Bölüm 19. Helen Kültürü, Hıristiyanlık, Türklük ve İslam
Coğrafi yakınlığı ve bölge üzerindeki tarihsel bağları nedeniyle, İslam inancının Helen kültüründen etkilenmemesi düşünülemez. Söz konusu tesirin boyutları bugüne kadar sağlıklı bir şekilde değerlendirilmiş görünmüyor. Helen kültürünün, Hıristiyan Batı ile “özdeş” kabul edilmesi, genel bir kanı olarak zihinlerimizde yer etmiş ve bu nedenle konuyla ilgili gerçekçi saptamalar yapmak çok mümkün olmamıştır. Bu önyargılı yaklaşım yalnızca antik çağlar ile sınırlı değildir. Genel anlamda, atalarımızın bir zamanlar farklı dil ve dinlere mensup olduğu gerçeğini kabullenmekte güçlük çekiyoruz. Kültür tarihine bakışımızdaki dar açı, kimlik başta olmak üzere, çözmesi zor pek çok sosyal soruna yol açıyor. Peşin hükümlerimizden kurtulup kendimizi sağlıklı şekilde değerlendirmek için sorgulayan bir akla sahip olmamız gerekiyor. Bununla beraber, kendimizi daha iyi tanımak için değişik bazı yaklaşımlar da izlenebilir.
Başkasının gözünde nasıl göründüğümüzü anlamaya çalışmak, bu kişi bizimle aynı ön kabulleri “paylaşmayan” biri olduğu takdirde, yararlı bilgiler verebilir. Daha önce kendisinden bahsettiğimiz Cerıd Daymınd, tam da böyle biri. Türkçe'ye çevrilen “Çöküş” adlı kitabının önsözünde (Türk okurlar için yazdığı), günümüz Anadolu coğrafyası ile ilgili çeşitli yorumlarda bulunuyor. Daymınd, kaleme aldığı önsözde kültür tarihi açısından kim olduğumuz ve nerede durduğumuz ile ilgili çarpıcı ifadelere yer vermekte. M.Ö 7000'den itibaren Bereketli Hilal'den Avrupa'ya tarımı götürenlerin “Türk çiftçiler” olduğunu belirten Daymınd, yöntem bakımından hata (anakronizm) yapıyor olsa da -bilinçli de yapılmış olabilir- vurguladıkları, içerik bakımından bilimsel verilerle örtüşmektedir.
Daymınd, özetle, bugün Türkiye sınırları içinde yaşamakta olan toplumun köklerini, “yalnızca” Orta Asya'ya değil, aynı zamanda Anadolu'nun tarih öncesi dönemlerine dek geriye götürmektedir. Nüfus genetiği üzerine olan çalışmaların* yanı sıra, halkiyat (folklor) ve insan bilim gibi farklı sahalardan gelen bilgiler de Daymınd'ın söylemini doğrulamaktadır. Ne var ki bugün Türkiye topraklarında yaşayan insanların çoğu, Daymınd'ın tarif ettiği şekilde kendini konumlandırmıyor. Algı ve hissiyattaki bu farklı durumun köklerini bilimden almadığı açıktır. Bu nedenle, kültür tarihinin hangi dönemini veya katmanını anlamaya çalışırsak çalışalım, kendine “yabancılaşmanın” türlü belirtilerine rastlamaktayız. Dayatılmış birtakım kalıpların zorlaması ile nesnellikten ve “gerçeklerden” uzaklaşıyoruz. Tarih algısındaki bozukluk, kimlik sorunlarına yol açmakta ve bu da çok çeşitli sosyal bunalımlara zemin hazırlamaktadır.*
Elbette, konunun akademik düzeyde yansımaları da mevcut. Özellikle ülkemizde yetişen ve yakın dönem kültürler üzerine uzman tarihçilerin (örneğin Osmanlı gibi), çeşitli duygusal ve ülküsel nedenlere bağlı olarak, eğitimini aldıkları bilimsel alanın yöntemleri ile çelişen görüşlere sahip olması üzücüdür. Bu tarihçilerimizin yaptığı başlıca hata, insanın iki ayrı geçmişi olduğunu hesaba katmamaktan ileri gelir. İnsanlık tarihi, biyolojik ve kültürel geçmiş olarak ikiye ayrılır. Tarih okuması, bu iki alan birbirine karıştırılmadan yapılmalıdır. Sağlıklı bir değerlendirme için, biyolojik ve kültürel geçmişin birlikte değerlendirilmesi ise şarttır. Kültür tarihi üzerinden biyolojik geçmişi aydınlatmaya çalışmak veya bunun tersi, ancak tutarsız ve yanlış sonuçlara ulaştırır; keza öyle de olmaktadır. Kültür tarihi insan eliyle yazılırken, biyolojik geçmiş doğa kanunlarına bağlıdır. Biyoloji veya daha özel bir terim kullanırsak, genler, yalan söylemez; ama insan söyler. Dolayısı ile biyolojinin verileri her zaman daha sağlam bir dayanaktır ve kültür tarihinin boşluklarını doldurmak için bize eşsiz olanaklar verir. Diğer taraftan, insanın yapıp ettiklerini incelemeden onu anlamak da mümkün olmaz. Tarihçilerimizin kavraması gereken nokta şu ki insanın kültürel ve biyolojik geçmişi, “sürekli” aynı çizgide yol almak zorunda değildir. Kültürel değişim, genellikle çok daha hızlıdır. Bir toplum, zaman içinde farklı din ve dilleri benimseyebilir ama bunu yaparken gen yapısının illaki değişmesi (köklü bir şekilde) gerekmez. Anadolu özelinde belirtirsek, geçmişte yüzlerce dil ve inanç sisteminin var olduğu bu coğrafyada, sürekli yeni katılımlar ile zenginleşen (biyolojik anlamda) topluluklar, değişik kültürel öğelere sahip çıkmaktan da geri durmamıştır. İşte bu yüzdendir ki, genetik çalışmalar, bugün Türkiye sınırları içerisinde yaşayan halkın, tarih öncesi devirlerden bu yana Anadolu'da yaşamış ve çok çeşitli uygarlıklar kurmuş topluluklar ile akraba olduğunu göstermektedir.*
Sayısız kültür gelip geçmiş ama Anadolu insanı “kaynak” olmaya devam etmiştir. Tarih öncesi veya antik çağdaki atalarımız ile kuşkusuz yüzde yüz bir gen benzerliği içinde değiliz; ama bu, bilimsel verilerin doğruladığı, yakın akraba olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Atalarımız bizimle aynı dili konuşmuyor ve aynı şeylere inanmıyorlardı. Bu yalın durumu kabullenmek hele ki bir bilim insanı için zor olmamalı. Tarihçi, kendisi ile aynı dile veya dine mensup olmayan biyolojik atalarını yok sayma hakkına sahip değildir. Kimin neyi benimsemesi gerektiğini biz belirleyemeyiz; ama tarihçi, bilimi alet ederek bir inkâr politikası kesinlikle güdemez, gütmemelidir. Ne yazık ki, bilimsel düşünme alışkanlığının tam oturmamış olması ve farklı kaynaklardan beslenen önyargıların varlığı, çoğu tarihçimizi bu konuda bilim dışı görüşlere sevk etmektedir. Özellikle Atatürk'ten sonra yapılandırılan eğitim sistemi, bahsini ettiğimiz türde bir “seçici” tarih algısına kurban gitmiştir. Bu ciddi sorunun olumsuz sonuçlarını, bugün birey ve toplum bazında yaşamaktayız.
Konu ile ilgili mevcut korku ve tutarsızlığa bir küçük örnek verelim. Osmanlı devrini kapsayan ve Anadolu'nun nüfus özelliklerini inceleyen az sayıda çalışma olmasına rağmen (ki önyargılar nedeniyle bu alandaki çalışmalar sınırlıdır), elde edilen sonuçlar, bazı tarihçilerimizin (ve dönemin “büyüklerinin”) tüylerini diken diken etmeye yetmiştir. Amerikalı tarihçi Lovri'nin Osmanlı arşivlerinde yaptığı inceleme** bu türde bir etki yaratmıştır. Osmanlı uyruğu içinde, Müslüman olmayı tercih eden (ve böylece giderek “Türkleşen”) gayrimüslimlerin varlığı bugün bize pek şaşırtıcı gelmese de, Lovri'nin bu konuda yazılmış eseri 80'li yıllarda toplatılıp yasaklanmıştı. Bu çalışmanın ancak 1998 yılında tekrar basımı yapılabilmiştir.
Yalnızca dil ve din gibi kültürel öğeler üzerinden geçmişi tasvir etmeye çalışırsak, kısır bir tarih algısı oluştururuz. Bu da bizim durumumuzda olduğu gibi, içinde yaşadığımız coğrafyanın hakkını verme konusunda derin çıkmazlar yaratır. Hatırlatmakta fayda var; kültür bilimlerinin gösterdiği üzere, içinde yaşadığı coğrafyanın hakkını veremeyen topluluklar, tarih sahnesinden silinmeye mahkûmdur.
İslamiyet'in doğuş ve gelişim aşamalarını değerlendirirken de benzer bir hatayı tekrarlamakta olduğumuz ileri sürülebilir. Muhammed öncesinde, bölgeden geçen önemli ticaret yolları sayesinde, zengin bir bilgi akışının Arap Yarımadası'nda cereyan ettiğini unutmamalıyız. Ayrıca, yakın coğrafyalarda süregelen uygarlık deneyimlerinden faydalanmak gibi bir ayrıcalık söz konusuydu. İslam öncesi dönemde, Arap Yarımadası'nda kalıcı ve baskın bir dinin var olmaması da, yeni koşulların önünü açan nedenler arasında değerlendirilebilir. Göz ardı ediliyor olsa da, Helenistik Çağ'ın birikimi, İslam inanç ve düşüncesinin şekillenmesine kayda değer ölçüde katkı sağlamıştır. İslam'ın gelişim evresi, eski Helen coğrafyası ve onun kültürel yayılım sınırlarının içerisinde gerçekleşmiştir. Bu sebeple, aradaki verimli alışveriş uzun soluklu olmuştur. İslam düşüncesinin, “kavramsal düzeyde”, Hıristiyanlığa nazaran daha kuvvetli bir Helen etkisini barındırdığı bile iddia edilebilir. Daha ayrıntılı bir çözümlemeyi burada ortaya koymak mümkün değil; ama temel bazı noktalara değinmenin zararı olmaz.
İslam'ın başlangıç ve gelişim aşamalarında, varlıklı okumuş tabaka ile kurulan yakın bir işbirliği göze çarpmaktadır. Eğitimli sınıf, her zaman olduğu gibi, çevresinde olup biten kültür kodlarına karşı daha hassas ve meraklıdır. Bu nedenle, etkisi altında kaldıkları kültürlerin kavramlar dünyasına daha duyarlı olmaları da doğaldır. Yönetici sınıfın İslam ile olan yakın teması, bu hareketin çok erken dönemde devlet himayesine girmesini sağlamıştır. Böylece, bu yeni inanç sisteminin kurumsal ve sosyal yapıda sağlam bir zemine oturması mümkün olmuştur. Muhammed'in ölümünden kısa bir süre sonra, İslam hareketinin hızlı bir şekilde “devletleştiği” kesin olarak söylenebilir. Hıristiyanlık ise, özellikle alt tabakaya hitap eden ve gelişim evresini çoğunlukla bu halk kitlesi içinde geçiren bir düşünce/inanç olmuştur. Bu özel koşullar, Hıristiyanlığın resmî din olarak kabulünü geciktirmiştir. Hıristiyanlığın, yönetici sınıflar ile olan ilişkisi oldukça gerilimli ve kanlı olur; ama sonunda geç de olsa kavuştukları malumdur. Hıristiyanlığın şansızlığı, başlangıç devresinde (M.S.1. yüzyıl), bölge üzerinde Roma'nın su götürmez bir egemenliğe sahip olmasıdır. Bu dönem, Roma Barışı'nın (Paks Romana) hüküm sürdüğü zamanlardı ve Roma “henüz” yeni bir inanç sistemine “ihtiyaç” duymuyordu. Hıristiyanlığın Roma'da resmî din olarak ilan edilmesi ancak İmparator Teğodosyos zamanında (M.S. 380) gerçekleşti. Hâkim sınıfın, Hıristiyanlık ile sıcak temas kurması için, İsa'nın ölümünden sonra yaklaşık üç yüz yıl geçmesi gerekmiştir.
Hitap ettiği kitlenin yakın pagan geçmişi, Hıristiyanlığı, özellikle biçimsel yönden, kendini eski geleneklere uydurmaya itmiştir. Bununla birlikte, fakir ve eğitim düzeyi düşük alt sınıfın, eski Helen soyut kavram ve düşüncelerine çok fazla itibar göstermeyeceği akla yakındır. Bunun bir sonucu olarak, Hıristiyanlık içerisinde, şekil itibari ile yoğun bir Helen etkisi görülmektedir ama kavramsal ilham bakımından aynı şeyi söylemek zordur. İsa'nın vaaz ettiği din üzerinde, Musevilik ve Antik Mısır uygarlığının (özellikle İskenderiye'nin etkisi ile) kavramsal içerik bakımından dahli çok daha çarpıcı boyuttadır. Hıristiyanlıktaki yüzeysel Helen etkisine en iyi örnek “erdem” konusudur. Helenler için erdemli bir yaşama kavuşmanın yegâne yolu felsefe yapmaktı. Hıristiyan inancında, erdemin ulaşılması gereken yüksek bir “değer” olduğu görüşü sürdürüldü. Elbette arada derin bir fark bulunmaktaydı; artık erdeme ulaşmak için felsefe yerine, “İsa'nın yolu” tavsiye ediliyordu. Bilgi sahibi ve sorgulayan bir akla olan davet, tanrı peygamberin söylemine boyun eğmeye dönüşmüştü.
Bir diğer nokta ise, Hıristiyanlığın, Latin dilinin hegemonyası altına girmesidir. Doğal olarak, Roma'nın etkisiyle yaygınlık kazanan Latince, Hıristiyanlığa Helen kültür birikiminin aktarımı konusunda engel teşkil etmiştir.
Arap Yarımadası'nda ise, ticaretin gelişmesi ile, bilgiye aç tüccarların sahneye çıktığı anlaşılmaktadır. Bu nokta önemli çünkü ticaret, çok dilli bir ortamı ve farklı kültürel etkileşimleri beraberinde getirir. Bölgedeki ticari yoğunluk özellikle Helenistik Dönem'de giderek artmıştır. İpek Yolu'nun Güney Asya deniz yolu güzergâhı ve Arabistan Yarımadası'nın kuzeyinden geçen kara ticaret yolu, bu bölgenin ne kadar hareketli olduğunu gösterir. Palmira, Petra ve Aden gibi, Helen kültürüyle yerel unsurların harmanlandığı şehirler Yarımada'nın çehresini değiştirmiştir. Eski Çağ'lardan bu yana çok değerli denizcilik ve ticaret merkezlerine sahip olan Doğu Akdeniz limanlarını da unutmamak gerekir.
İslam'ın ışığı henüz doğmamışken, Helen kültürü en geniş sınırlarına ve etkinliğinin zirvesine ulaşmıştı. Bu zaman zarfında, Helen kültürü Orta Doğu'da oldukça etkin bir rol oynuyordu. Tüm bunları birlikte değerlendirdiğimizde, Muhammed öncesini de kapsayan yüksek düzeyde bir kültürel alışverişin varlığını öngörmemiz gerekir. İslam düşüncesinin ana kaynakları, Musevilik, pagan geçmiş ve Hıristiyanlıktır. Muhammed ve ailesinin ticaret erbabı olması tabloyu tamamlar. Böylece, Yarımada'nın üzerinde gerçekleşen canlı bilgi akışının bir parçası oluyorlardı. Muhammed'in yaşadığı çevre, özellikle İslami hareketin önemli gelişim gösterdiği Medine kenti, Musevilik başta olmak üzere inanç temelli yoğun bir kültürel zenginliğe sahipti. Aynı şekilde Mekke, hem ticaret hem de bir hac merkeziydi. Farklı dil ve inanıştan insanların toplandığı çok hareketli bir şehirdi. Arap Yarımadası'ndaki putperestlik, genel kanının aksine, İslamın gelişinden önce zaten zayıflamaya yüz tutmuştu.* Bölgede, Muhammed gelmeden evvel tek tanrı inancının yayılmaya başladığı bilinmektedir. Bu süreç yalnız Musevilik veya Hıristiyanlığı kabul edenleri içermiyordu. İki dini de inceleyip araştıran ama mensubu olmak istemeyen, tek tanrı inancına sahip Haniflik veya Sabiilik gibi oluşumlar söz konusuydu.** Bu toplulukların, İbrani dinlerin ihtiva ettiği (Helenistik Çağ'ın sonucu olarak) Helenik unsurları dolaylı yoldan İslam hareketine taşımış olmaları, bizi şaşırtmamalı. İran kaynaklı bir takım dini görüşlerin de (Mazdekçilik, Mani, Zerdüştlük gibi) -bunlar Helen kültürü ile daha önce etkileşime geçmişti- İslam öncesi dönemin temel bileşenlerinden olduğu göz ardı edilemez.
Altıncı yüzyıla gelirken, Arap Yarımadası'ndaki kentli halk üzerinde Helen etkisini arttıran en belirgin unsur Nasturi topluluklardı.*** Hıristiyan olan bu guruplar, Süryani, Arap ve Helen diline hâkimdi. Helen edebiyatından Süryanice'ye pek çok eser çevirdiler. Kadim Orta Doğu kültürleri ile Helen unsurlarının bir karışımını temsil ediyorlardı. Anadolu'da özellikle Nisibis (Nusaybin) ve Edessa (Urfa) şehirleri önemli Nasturi merkezleriydi. Daha sonra İran, Suriye ve Bağdat üzerinden Arap Yarımadası'na yayıldılar. İslam kültürünün yükselişine katkı sağladıkları gibi, Muhammed öncesi dönemde de, Arap toplumunun fikir dünyasına kayda değer etkide bulundular. Bu sayede, Arapça konuşan topluluklar, Helen kültürünün (ve diğer önemli Orta Doğu kültürlerinin) kavramlar dünyasına biraz daha yaklaşmış oldu.* Nasturiler, özellikle Helen felsefe geleneğine ayrı bir anlam ve işlev yüklemişlerdi. İlk Hıristiyanların Helen felsefesine ilgi duydukları pek söylenemez** ama kuşkusuz her düşünce ve inanç sistemi, ömrünü uzatmak için tutarlı olmaya muhtaçtır. Hıristiyanlık zamanla kentli nüfus içinde genişledi ve eğitimli inanç sahiplerinin sayısı arttı. Kent Hıristiyanları, sahip oldukları inanç sisteminin zayıf yanlarını tamir etmek zorundaydılar. Bu konuda, felsefe, oldukça uygun imkânlar sağlıyordu. Helen düşüncesinin ürünü olan kavram ve yöntemleri, inanç sistemlerindeki belirsizlikleri çözüme kavuşturmak için bir araç olarak kullandılar.***
Sonuç olarak, kullandıkları felsefe tamamen dinsel bir içeriğe büründü. Helen kültüründe, felsefe, “doğayı” kavramak için bir araç olarak görülüyordu; kentli Hıristiyanlar ise “yalnızca” dinlerini daha iyi anlamak adına ona ihtiyaç duydular. Şüphesiz, felsefenin ilahî konular ile sınırlı tutulması, evrensel değerler üretmedi. Diğer taraftan, felsefenin, çeşitli inanç sistemleri üzerinde yaptığı büyük katkı tartışma götürmez. Böylece, daha derinlikli etkin öğretiler ortaya çıkabilmiştir. Felsefenin alanını daraltmış olsa da, Nasturi gelenek, hem yaptığı çeviri etkinlikleri ile hem de Helen mirasının önemli bir parçası olan “akılcı” (rasyonel) düşünceyi himaye etmesi nedeniyle kıymetli kabul edilmelidir. İnancın felsefe ile desteklenmesi, Helen kültüründe başlayıp, Hıristiyanlığa ve oradan da İslam'daki tasavvuf geleneğine sirayet etmiştir. Özetlersek: Helen etkisi, Muhammed'in içinde yaşadığı çevrenin kültürel dokusunu oluşturan temel unsurlardan (dolaylı ve dolaysız) biriydi.
Hıristiyanlık ile İslam düşüncesi arasında bir karşılaştırma yaptığımızda, görüyoruz ki başlangıç ve gelişim evrelerindeki farklılıklar, iki geleneğin de Helen kültüründen ayrı düzeylerde etkilenmesine neden olmuştur. Şurası kesin, Helenistik düşünce, bu iki inanç sistemine hatırı sayılır ölçüde tesir etmiştir.
Bölüm 20. Masal, Çelişki ve Felsefe
Elayalı Zenon, Ezop'un 'Tavşan ve Kaplumbağa' öyküsünü, 'Ahilevs ve Kaplumbağa' olarak değiştirir. Zenon'un yorumunda, büyük savaşçı ve atlet Ahilevs, yavaş ama bilge kaplumbağa ile yarışan kişidir fakat onu bir türlü geçemez. Ahilevs, kendini beğenmişliği nedeni ile, yarışa rakibinden sonra başlar. Kaplumbağa büyük bir bilgelik ve yavaşlık içinde yoluna devam ederken, hızlı koşması ile ünlü Ahilevs, en nihayet yarışa katılmaya karar verir. Ahilevs, kaplumbağadan daha hızlıdır; ama burada dikkat etmemiz gereken bir husus var. İki yarışmacı da, ne kadar hızlı veya yavaş olurlarsa olsunlar, aynı anda hareket etmektedir. Ahilevs, kaplumbağanın en son geçtiği noktaya vardığında, kaplumbağa, biraz daha ilerlemiştir. Ahilevs, tekrar hızlıca onun en son geçtiği yere ulaşır; fakat o da ne, bu arada kaplumbağa az da olsa yine ilerlemiştir. Bu durum sonsuza kadar devam edecek ve aradaki mesafe hiç kapanmayacaktır. Yarışın bitiş noktası belli olduğu için, kaplumbağa, Ahilevs ona yetişemeden birinci gelir. Böylece, filozofun adı ile anılacak ünlü “Zenon Paradoksu” ortaya çıkar. Zenon, bu çelişkiyi ve bir dizi diğer kanıtı, evrende “hareketin ve çokluğun” gerçekte olmadığını göstermek için kullanır. Amacı, hocası Parmenides'ten öğrendiği, onun da Anaksimanduros'tan ilham aldığı, varlığın “bir” ve “tek” olduğu fikrini ispat etmektir. “Bir olan”, kendi içine kapalıdır, doğmamıştır; yok olmayacaktır, değişmez, bölünmez, yoğunlaşmaz ve seyrekleşmez.**** Zenon, ortaya attığı paradokslar ile hareketin, çokluğun ve değişimin göreceli olduğunu göstermeye çalışır. Ona göre hepsi birer yanılsamadır; asıl gerçek, “bir” ve “tek” olandır. Bu düşünce biçimi sonraki çağlar üzerinde sessiz ama derin etkilerde bulunacaktır. Bu etkilerden biri için Kuran'daki İhlas Suresi'ne bakılabilir.
Hazır bu tür etkileşimlerden bahsederken “sonsuzluk” kavramına da bir vurgu yapabiliriz. Sonsuzluk düşüncesi gerek semavi dinlerde gerek farklı inanç sistemlerinde kendine yer bulmuştur. İlahi kuvvetlerin sonsuz mekan, yaşam ve güce sahip olduğu inancı aşina olduğumuz bir din bilgisidir. Sonsuzluk kavramının (apeiron) bilebildiğimiz en erken kullanımını M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış Miletli Anaksimanduros'a borçluyuz.** Daha sonra yine bir Helen filozofu M.Ö. 3. yüzyılda yaşamış Arkimedes sonsuzluk kavramının ilk bilimsel/matematiksel tanımını yapmıştır.* Sonsuzluğun sıfat ve hatta ad olarak (Ölümsüz, ebedi anlamına gelen “El Bâki” İslam inancında Allah'ın 99 isminden biridir) kullanılması kuşkusuz hep bir yüceltme amacı taşımaktadır. Felsefi ve matematiksel çelişkilerden ortaya çıkan bir kavram giderek sözel dile nüfuz etmiş ve böylece hem gündelik hayatın hem de inanç dünyasının bir parçası olmuştur. Sonsuzluk kavramı konuşma dilinde genellikle karşılaştırma yapmayı devre dışı bırakmak amacıyla başvurulan kullanışlı bir sözcük olmuştur. Yüceltme özelliği de bu sayede ortaya çıkar çünkü her türden değerin (nitel veya nicel) en üst aşaması “sonsuzluk” kavramında son bulur. Bununla birlikte yüzlerce yıl süren bu kullanım biçimi Alman matematikçi Kantor'un kümeler kuramını geliştirmesi ile anlamını kaybetmiş gibi görünmektedir. Sonsuz kümelerin özelliklerinden biri de birbirlerinden daha “sonsuz” olabilmeleridir. Başka bir deyişle, bir sonsuz kümeden daha büyük bir başka sonsuz küme olduğunu matematiksel olarak ispatlayabiliriz. Kıssadan hisse, sonsuzluk artık karşılaştırma yapmayı önlemenin yani bir şeyleri yüceltmenin bir yolu olmaktan çıkmıştır. Bu kavram üzerine kurulu anlatımların akıbeti ise maksadımızın dışındadır.
Zenon ve Arkimedes gibi filozofların düşünce sistematiğinde doruğa ulaşan bu tür yaklaşımlar, bugün durduğumuz noktadan bakınca nasıl yorumlanmalıdır? Her şeyden önce, burada teşhisini koymamız gereken husus, düşüncenin, dilin ötesine geçme teşebbüsüdür. Birileri, 2500 yıl önce, kullandıkları dilin sınırlarında geziniyor ve hatta onu zorluyordu. Günlük dilde veya mantık dizgesine sahip, çıkarım yapmanın mümkün olduğu herhangi bir sembolik sistemde (matematik gibi), sınırların zorlanması demek, çelişkilerin (paradoks) ve tutarsızlıkların ortaya çıkması demektir. Çelişki ve tutarsızlıklar olmadan, herhangi bir mantıksal sistemin gelişim göstermesi mümkün değildir. Bir sorun yoksa, çözüme de gerek yoktur ve sonuç, yerinde saymaktan ibaret olacaktır. Oysa dilin sınırlarının düşünce aracılığı ile zorlanması, evrensel sonuçlar doğurur. Bu yüzden, filozoflar, kendi dil ve toplumlarının ötesine geçen bir mirasın kaynağıdırlar. Zenon ve onun gibileri bugün hâlâ zikrediyor olmamız, vurgusunu yaptığımız “evrenselliğin” bir kanıtı değil midir? Çoğunluğun çocuk masalı olarak gördüğü anlatıdan, bir felsefi sistem ortaya koymak, “Helen mucizesi” aranıyor ise, burada bulunabilir.
Daha önce kendisinden söz ettiğimiz Hermeyas bir köleydi. Efendisinin de yardımı ile felsefe ile uğraşmış ve yüksek bir olasılıkla, Atina'da eğitim görmüştü. Helen kültüründe, tutku ve azim gösterenlerin, geleneksel sınırlamaları aşmak konusunda çok büyük direnç ile karşılaştıkları söylenemez. Biliyoruz ki, köle kökenli hatırı sayılır filozof bulunmaktadır. Latin yazar ve dil bilgisi uzmanı Gelyus (İ.S. 125-180), kölelikten gelen filozoflar ile ilgili bize bilgi verir. Gelyus'un hazırladığı listedeki isimlere kabaca bir göz atalım. Köle olarak doğan Gadaralı (bugünkü Filistin'de) Menipus (M.Ö. 3. yüzyıl), daha sonra Pontus'lu bir efendiye satılır. Büyük olasılıkla, sahibinin yanında iyi bir eğitim görmüştür. Ünlü bir Künik filozof olarak tarihe geçer. Teğofırastos'un kölesi Pompülus'un da bir filozof olduğu, daha sonra efendisi tarafından azat edildiği bilgisine sahibiz. Kölelikten gelme en ünlü filozof hiç kuşkusuz Epiktetus'tur. Hiyerapolis'te (bugünkü Pamukkale) köle olarak doğan Epiktetus, genç yaşında Roma'ya gönderilir. İmparator Nero'nun sekreteri, azat edilmiş eski bir köle olan Epafuroditos'un hizmetine girer. Efendisi sayesinde, büyük bir tutku duyduğu felsefe alanında eğitim görme olanağı bulur. Sutoğacı felsefenin en önde gelen figürlerinden biri olur. “Sonradan kazanılmış” anlamına gelen Epiktetus ismi, onun yaşamı ile oldukça örtüşmektedir.
Helenistik Çağ ile birlikte, eğitilen kölelerin sayısında belirgin bir artış olmuştur. Nitelikli köle ticaretinin oldukça kazançlı hâle gelmesi, bu konudaki değişimin başlıca nedenlerindendir. Özellikle Roma Devleti'nde, kölelik, asli unsurlardan biriydi. Helen kent devletleri, siyasi ve ekonomik üstünlüklerini kaybederken, Roma devleti güçlenmiştir. Sonunda büyük bir imparatorluğa dönüşecek olan Roma Devleti'nin, Helen dünyasından aldığı ilham ve mirası ne ölçüde geliştirdiği tartışmaya açıktır. Helen kent devlet modelinin tersine, Roma Devleti, siyasi ve ekonomik hâkimiyetini yaymaya çalışıp, geniş kitleleri bünyesinde barındıran farklı bir yapı arz eder. Makedon liderlerin elinde imparatorluğa dönüşen Helen anlayışı (İskender ve sonrası), bayrağı Roma'ya devretmiştir. İkisinin de devlet organizasyonu, daha önce Doğu'da ortaya çıkan imparatorluklara benzemektedir. Fiziki olarak Helen kenti varlığını sürdürse de, eski ruh artık mevcut değildir. Ortaya çıkan yeni yapı, özellikle Helen kültürü nezdinde başarılmış bazı değerlerin ve bunlar ile dolaylı dolaysız bağlantılı kurumların, Roma egemenliği altında, kibar bir şekilde söylemek gerekir ise “başkalaşmasına” neden olmuştur. Giderek güçlenen egemen kültür, kendini yalnızca yeni kurulan yerleşim yerleri ile değil, eski Helen kentleri üzerinde yarattığı “Roma etkisi” veya “Romalılaşma” ile de göstermektedir. Helen başarısını yaratan kurumlar ve ona eşlik eden toplumsal değerler artık yeni Roma kentinde ya yoktur ya da mevcut koşullar altında etkinlikleri değişmiştir. Elbette, kölelik sistemi de bu süreçten değişime uğrayarak çıkar. Kölelik, özellikle Akdeniz havzasında Roma'nın Kartaca ile olan mücadelesini kazanması ile (M.Ö. 2. yüzyılın ortaları) ivme kazanır. Kartaca'nın ele geçirilmesi sayesinde Roma'nın sahip olduğu topraklar genişlemiş ve buna paralel olarak köle sayısında önemli bir artış olmuştur. Akdeniz'in tek hâkimi olan Roma, giderek bir savaş makinesine dönüşmeye başlar. Roma'nın İmparatorluk dönemi ile birlikte (ömür boyu diktatör seçilen Yulyus Kaysar (Sezar) ile başlatılabilir, M.Ö. 44), kölelik devletin idaresi için vazgeçilmez hâle gelmiştir. Egemenlik alanının genişlemesi, işlenmesi gereken toprakların büyümesi anlamına geliyordu. Bunun için çiftçi kölelere ihtiyaç vardı. Başta Roma olmak üzere, kentler zenginleşiyor ve şehirli köle sayısı da doğal olarak artıyordu. Roma dönemindeki köle nüfus ile ilgili, tartışmaya açık pek çok rakam ileri sürülmektedir. Bu konuda akla yakın rakamlardan biri, Roma denetimindeki İtalya'da, en fazla 1.5 milyonluk bir köle nüfusunu öngörmektedir.* Bu sayının yaklaşık yarısı, Roma kentinin sınırları içindeydi. İnce bir elekten geçirilmiş bu rakamlar bile, kölelik sisteminin dayandığı insan kaynağının hatırı sayılır nicelikte olduğunu göstermektedir. Roma'nın anavatanındaki koşullar bir yana, koloni ve diğer eyaletlerdeki köle nüfus da hesaba katıldığında, zenginliğin ardındaki sömürü tablosu ortaya çıkmaktadır.
Birleşik Devletler'in 1860'da sadece güneyindeki köle nüfusu 4 milyon'du.** Sözde “gelişim” ve “uygarlık” adına insan bedeninin sömürülmesi övünç duyulacak bir miras değildir. Velhasıl, günümüzde bile, söz konusu durum değişik şekillerde devam etmektedir. Eski zamanlar ile çağdaş dünyamız arasındaki en belirgin fark, bir kölenin aynı anda sahip olduğu efendi sayısında su yüzüne çıkmaktadır. Eskiden efendilerin köleleri çoktu şimdi ise kölelerin efendileri çok. Bu yeni düzenin sihirli tarafı, kurnazca bilinçaltına işlenmiş bir “efendisizlik hissi” yaratmasıdır. Oysa denklem farklı kurgulansa da, netice aynıdır; köle-sahip ilişkisi olanca hızıyla sürmektedir. Sanki efendileri yokmuş gibi hisseden çağdaş kentli sınıflar ise, köleliğin artık var olmadığına dair bir yanılsamayı yaşamaktadır. Her sabah en güzel elbiselerini kuşanıp, işlerine doğru yollara dökülenler, aynı zamanda bu rutin hayatın getirilerini “özgür yaşamak” zannedenlerdir. Yaralara merhem olmaz ama belki akıllara bir ışık düşürür diye, kulak verelim, köle olarak doğmuş büyük filozof Epiktetos'un sözlerine:
“Kendisinin efendisi olmayan hiç kimse, özgür değildir kesinlikle.”*
Yalnızca örtük bir köleliğe değinerek, günümüzde maalesef devam etmekte olan, eski usul köle ticaretinin varlığını yadsıma hatasına düşmemeliyiz. Yazılı kanunlara ve kölelik karşıtı değer yargıların uluslararası düzeyde kabul görmesine rağmen, büyük paraların döndüğü köle ticareti, 21. yüzyılda varlığını korumaktadır.**
Tekrar antik çağlara dönelim. Roma'nın zenginliği artarken, nitelikli köle ticareti de yaygınlık kazanıyordu. İyi eğitim almış köleler, çok yüksek fiyatlara satılıyordu. Genç ve yetenekli köleleri bulup eğitmek ve böylece yüksek gelir elde etmek, oldukça kazançlı bir iş olmuştu. Tıp, muhasebe, yazıcılık, dil bilgisi uzmanlığı, el sanatları, öğretmenlik, felsefe eğitimi alanlar vardı. Helen kültüründe beden eğitimi yurttaşlara özgüydü; ama Helenistik Çağ'dan itibaren, yarışmalarda sahiplerini onurlandırmak için atlet olarak yetiştirilen kölelerin olduğunu da biliyoruz.*** Anlaşılıyor ki Helenistik Çağ ve ardından uzun soluklu Roma egemenliğinde, eğitim, bir yurttaş ayrıcalığı olmaktan büyük ölçüde çıkmıştır.
Roma Çağı'nda, yalnızca yurttaşların yararlandığı bir ayrıcalık olan gümnazyon eğitimi sona ermiş veya tanınmaz duruma gelmiştir diyebiliriz. Roma'daki varlıklı ailelerin çocukları evlerde özel hocalardan dersler alarak eğitim görüyorlardı. Bu sebeple, gümnazyon kurumunun taşıdığı önem giderek azalmıştır. Özel hocalar vasıtası ile artık parası olan veya para kazandırması muhtemel herkes eğitim görebiliyordu. Olanakların artması, bizi eğitim kalitesinin yükseldiği yanılgısına düşürmemeli. Artık farklı bir çağ yaşanıyordu. Eski Helen ülküsü, yüksek sınıftan Romalıların söylevlerinde kullandıkları Helence alıntılardan ibaret kalmıştı. Üstelik, Helen kentleri de giderek “romalılaşma” eğilimindeydi. Ekonomik ve siyasi değerlerin her şeyden daha çok belirleyici olduğu bir dünyadan bahsediyoruz. Toplumun genelinde -varlıklı yüksek sınıf da dâhil- bireyin başarısı, edindiği maddi servet ve iktidar alanının genişliği ile ölçülüyordu. Bugün yaşadıklarımız ile anlamlı bir şekilde örtüşen bu bakış açısı, doğal olarak yeni Aristoteleslerin yetişmesine engel olmuştur. Böyle bir dünyada, insanlar eğitimden geçirilip, para ve eğlence için ölümüne dövüştürülebilirdi. Ve ancak böyle bir dünyada, vahşi hayvanların birbirlerini öldürmesi sıradan seyirlik bir zevk hâline gelebilirdi. Konuyla ilgili Assos'tan bir örnek verelim.
Serdaroğlu tarafından kazısı yapılıp restore edilen Assos tiyatrosunda, sahne alanı ile oturma sıraları arasına sonradan eklendiği belli olan düzgün yekpare taşlardan bir set yapılmıştır. En öndeki bazı oturma taşları bu seti yapmak için tıraşlanmıştır. Dolayısı ile yapının geç bir evresinde, olasılıkla Roma döneminde yapılmış bir ekten bahsetmekteyiz. Sahne alanı ile oturma sıralarını bu şekilde ayırmak sureti ile pek muhtemeldir ki yapılan gıladyatör veya hayvan dövüşleri sırasında izleyicileri korumak hedefleniyordu. Bir zamanlar, izlenen oyunlar hakkında edebi ve felsefi tartışmaların yapıldığı bu mekân, bir arenaya dönüştürülmüştü. Assos tiyatrosu elbette tek örnek değildir. Gerek Batı Anadolu'da gerekse Ege'nin diğer yakasındaki pek çok antik şehirde, zihinlerde gerçekleşen bu türde bir değişimi, mimari üzerinden takip etmek mümkündür. İronik bir biçimde, çoğu Helen kentinde, Roma dönemi ile birlikte “zenginlik” artmış ama düşünce fakirleşmiştir. Buradan çıkarmamız gereken sonuç, ekonomi ile uygarlığın, her zaman aynı kulvarda koşmadıkları olabilir mi? Bu konuda, Karl Marks'ın bir tespitini hatırlatmak ile yetinelim:
“Paraya olan gereksinim, çağdaş ekonominin yarattığı tek gerçektir... üretimin ve dolayısı ile ihtiyaçların artması, insanları, doğal olmayan, yoz ve gerçek dışı arzulara bağımlı hâle getirir.”*
Roma döneminin artıları ve eksileri, bugün bizim açımızdan, eşsiz derecede öğreticidir. Roma'nın ardında bıraktığı en önemli miras, açık ara ile Roma Hukuku'dur. Roma dönemi ile kent-devletin sınırları aşılmış, devasa metropoller ortaya çıkmıştır. Bu yeni doku, kuşkusuz kendine has dertleri de beraberinde getirdi. Sorunların üstesinden gelmek için kapsamlı bir hukuki ve idari altyapı oluşturuldu. Roma'da ortaya çıkan kurumsal ve hukuki yeniliklerin etkisi, günümüze kadar gelmiştir. Romalılar, siyaset ve hukuk felsefesini harmanlayan yazılı bir kanun sistemi ortaya koyarak, yeni kalabalık yaşam tarzının getirdiği sorunları çözmeye çalıştılar. Yazılı Roma Hukuku, bin yıldan fazla uygulanmış ve pek çok hukuk sisteminin temelini oluşturmuştur. Hukuk, Roma'nın ihtişamlı varlığını sürdürmesi açısından zorunlu bir araç olmuştur.
Roma'nın Batı toplumlarına öğrettiği bir diğer husus, “yayılmacı” devlet anlayışıdır. Bunun pek takdire şayan bir miras olduğu söylenemez. Konuyu soğukkanlı ve nesnel bir şekilde değerlendirmeliyiz. Büyük matematikçiler, filozoflar veya bilim insanları yetiştirmek söz konusu olmasa bile, Roma'nın uygarlık havuzuna katkıda bulunmadığı ileri sürülemez. Diğer taraftan, mevcut katkının çerçevesi doğru bir biçimde çizilmelidir.
Roma'nın imparatorluk döneminin başlarında, kölelere yönelik eğitimin kurumsal hâle geldiği anlaşılmaktadır. Pedagogiyum denilen eğitim kurumları, gümnazyon eğitimine benzer bir müfredatı takip ediyordu. Henüz çalışmaya müsait olmayan, genç yaştaki kölelere özgü bir eğitimdi. Gayesi, hem kölelerin ileride daha iyi hizmet verebilmelerini sağlamak hem de ekonomik değerlerini arttırmaktı. Bu eğitimin dolaylı diğer bir hedefi, ileride köleler azat edildiklerinde, aldıkları eğitimin, onların toplum içindeki uyumlarını kolaylaştırmasıydı. Böylece, oluşması muhtemel bir sosyal kargaşanın önü alınıyordu. Gördükleri eğitim, okuma, yazma ve temel aritmetik bilgisi yanında, ev işleri ile ilgili konuları kapsıyordu. İmparatora bağlı, benzer türde kurumların varlığını da biliyoruz. Saraya bağlı bu okullarda eğitim gören gençlerin pek çoğunun adı Helen kökenlidir. Olasılıkla, ekonomik açıdan fakir düşmüş Helen kentlerinden toplanan çocuklardı.* Bu ayrıntı, Helen dünyasının o dönemde yaşadığı büyük düşüşün bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
Yalnızca pedagogiyumlar değil, köleler için gümnazyonlar bile vardı. Örneğin, Romalı bir asker, yazar ve filozof olan Pilinyus (M.S. 23-79), köleleri için bir gümnazyon ve pedagogiyum yaptırmıştır*. Kölelerin gümnazyonda fiziksel eğitim görmeleri ile ilgili olarak daha eski örnekler de mevcuttur. Gümnazyon eğitimi, bedensel gelişime önem veren bir içeriğe sahipti. Fiziksel anlamda kuvvetli kölelerin varlığı, Helen yurttaş sınıfının bilinçaltı korkularını tetikliyor olsa gerek, Helenistik Çağ'a kadar kölelerin bu kurumlardan yararlanmaları yasaklanmıştır. Oysa zaman akıp giderken, koşullar da değişmektedir. Piriyene (bugünkü Aydın/Söke) kentinde, M.Ö. 100 civarlarında, gümnazyonlardan kölelerin de yararlandığına işaret eden yazıtlar** bulunmaktadır. Açıktır ki, bir zamanlar yurttaş yetiştirmenin yegâne aracı olan gümnazyonlar, sosyal yapıdaki değişimden nasibini alır.
Romalı köleler artık sahip oldukları birikim ile zengin efendilerinin sağ kolu oluyor ve toplum içindeki etkilerini arttırıyorlardı. İmparator Nero'nun devrinde, doğuya yapılan seferlerin mali yöneticisi, ismi kayıtlara geçmemiş bir köleydi. Nero, hizmetinden çok memnun kaldığı için bu yetenekli köleyi azat etmiştir. M.S. 2. yüzyılın sonlarına doğru, karşımıza, hayatı roman konusu olmaya çok elverişli köle Kalistus çıkar. Pek de başarılı bir banker değildir ve sonuç olarak sahibinin iflas etmesine neden olur. Efendisi adına Hıristiyanlardan topladığı paraları kaybetmekle suçlanır ve maden ocaklarına çalışmak için gönderilmek üzereyken, son anda kurtulur. Bir Hıristiyan olan Kalistus'un yaşamı, o kadar inişli çıkışlıdır ki, yalnızca takip etmek bile baş döndürebilir. Öyle ki, M.S. 217-222 yılları arasında Papa olarak seçilir ve tarihe Papa Aziz Kalistus I olarak geçer*. Bir kölenin Roma sosyal düzeni içinde nerelere nasıl gelebildiği ile ilgili olarak ilginç bir örnektir Kalistus. Hıristiyanlık ve köle sınıf arasındaki ilişkileri anlamak bakımından da çarpıcı bir vakadır.
Netice itibari ile Helen kentleri siyasi iktidarlarını kaybederken, Roma yükselmekte ve yeni bir dünya görüşü belirmekteydi. Zenginlik artmış ve daha çok insan eğitim olanaklarından faydalanmaya başlamıştı. Buna rağmen, Atina'nın M.Ö. 4. yüzyıl'daki ihtişamına ulaşmak mümkün olmadı. Roma ile kıyaslandığında oldukça mütevazı kalan Atina, neyi nasıl yapmıştı ki sadece bir asır içinde, insanlığın düşünce dünyasına eşi benzeri olmayan katkıyı sağlayabilmişti? Ve bütün zenginliğine rağmen, Roma, neden bu başarının bir benzerini ortaya koyamamıştır? Bir sonraki başlığımız bu konu üzerine.