İçindekiler

Bölüm 23. İnsanın Adı Meselesi


Aklı ile övünmesine rağmen, kendini doğru dürüst tarif etmekten aciz bir canlının, bağlı olduğu türün varlığına ve çevresine karşı tehlike teşkil etmesi şaşırtıcı değildir. Özellikle de insandan bahsediyorsak. İsveçli Karl fon Lineya (1707-1778), sınıflandırma biliminin (taksonomi) adlandırma ilkelerine uygun olarak, insan için bir karşılık ortaya koymuştur. Bu adlandırma sisteminde, canlının bağlı olduğu cins ve türün belirgin bir özelliği, toplam iki terim ile sembolize edilir. Bugün biyoloji alanında hâlâ onun sınıflandırma yöntemi temel alınmaktadır. Lineya, bir bakıma 18. yüzyılın Teğofırastosu'dur. Aynı onun gibi, bitki ve hayvanları ayrıntılı olarak inceleyip sınıflamıştır. Avrupa'nın aydın çevrelerinde saygı ve hayranlık duyulan, dönemin en önde gelen bilginlerinden biriydi.

Lineya'nın insanı adlandırma girişimine yönelik tepkileri incelediğimizde, bugün kendimizi nasıl bir canlı olarak gördüğümüzü anlamamız açısından önemli ipuçları elde ederiz. Lineya, insan ve maymun arasında pek çok ortak yön olduğunu fark etmişti. Bununla yetinmemiş, insanı, maymunlar ile beraber “insanımsı”* başlığı altında toplamıştır.** Bu girişim, cesaret isteyen devrimci bir çıkıştı. Aristoteles'in insanı “politik hayvan” olarak tanımlamasından*** bu yana, özellikle tek tanrılı dinlerin etkisiyle, insan, doğanın dışında, üstün bir canlı olarak konumlanmıştı. Oysa şimdi tekrar hayvanlar alemine, yani ait olduğu yere dönmesi amaçlanıyordu. Lineya, doğal olarak yoğun şekilde eleştiriye uğradı; tanrının suretinde yaratılmış olan insan, nasıl maymunlar ile aynı başlık altında olabilirdi ve insanın “insanımsı” sınıfına sokulması ne kadar mantıklıydı? Lineya, meslektaşı Gimelin ile mektuplaşmalarında, insanı (maymunlardan) ayrı bir cins olarak nitelemek için yeterli veri bulamadığını yazmaktadır.****Lineya haklıydı ve bu ikilemin nedeni, insanın doğasından kaynaklanıyordu.

İnsan, anatomik özellikleri ile ele alındığında doğada eşsiz değildir; ama kültür sayesinde, insan, insan olmayı öğrenir ve bu fark onu benzersiz yapar. Kültür ile sağlıklı bir etkileşim içine girememek, bir bireyin kendini tanımasında en büyük engeldir. İnsan, insan olmayı “öğrenemeyebilir”. Bu yalnız bizim türümüze özgü bir durumdur. O yüzdendir ki, sınıflandırma ilkelerine ters düşen bir yanı bulunmaktadır insanın. Ona bir isim koymak da aynı sebeple zordur. Bu güçlüklerin farkında olan Lineya, mektuplarında, adlandırma konusunun çok önemli olmadığını ister istemez dile getirmek zorunda kalır. Mühim olan insanı nasıl “tanımladığımızdır”. Maruz kaldığı şiddetli eleştiriler, onu bu şekilde düşünmeye zorlamış görünüyor; çünkü adlandırma konusunun ne kadar elzem olduğunu daha önce sıkça dile getirmiştir. Ünlü düsturu şöyleydi:

Eğer nesnelerin adlarını bilmezseniz, onların bilgisine sahip olamazsınız.”*

Katılmamak elde değil; çünkü insanı nasıl tanımladığımız, onu ne şekilde adlandırdığımızı belirlemektedir. Bu iki süreç birbirinden bağımsız olmadığı gibi, herhangi birinden yola çıkarak diğerine ulaşmak mümkündür. Bu nedenle, adlandırma işi önemli ve anlamlıdır. Lineya, yapılan eleştirilerin “bazılarını” dikkate almış, eserinin sonraki baskılarında düzeltmelerde bulunmuştur. “İnsanımsı” yerine bugün de kullandığımız pirimat ve memeli sözcüklerini tercih etmiştir. Ayrıca, yapılan eleştirilere müstehzi bir karşılık mıdır bilinmez ama, insanın teknik adı Homo sapiyens bu süreç içerisinde ortaya çıkmıştır.

Şu var ki, Lineya eleştiri alsa da hiç kimse akla daha yakın bir öneri getiremiyordu. Diğer canlı türlerini sınıflarken kullanılan ölçütler işe yaramıyordu veya yeterli değildi; çünkü insanın farklılığı “felsefi” bir canlı olmasından gelmekteydi. İnsan doğada bilebildiğimiz kadarı ile “felsefe yapan” tek canlıdır. İnsanlık adına övündüğümüz her ne varsa, ardında onu buluruz. Felsefe, doğamızın ayırt edici özelliğidir ve bu yüzden insanı ancak “felsefi” bir şekilde tam anlamıyla tanımlamak (veya adlandırmak) mümkündür. Lineya'nın kafasını meşgul eden ve dönemin doğa bilimcilerinin üstünde durmadığı nokta buydu. İnsanın fiziksel özelliklerinden yola çıkarak, onun belirleyici özelliğini keşfetmelerine olanak yoktu. O nedenle, sonunda, Homo sapiyens gibi tamamen felsefi vurgusu olan bir ad ortaya çıktı. Bu gelişme, az çok istem dışı gerçekleşmiş olsa bile, felsefenin insan doğası ile bağlantısının onaylanması anlamına gelir. Yine de, vurgulayacağımız gibi, Homo sapiyens teriminin felsefi tutarlılığı tartışmalıdır.

Lineya, Homo sapiyens terimi sayesinde, insanın isim babası oldu. Üstelik bu sefer yaptığı öneri pek fazla eleştiri de almadı. Bu hoşgörünün altında yatan nedenlere değinmeliyiz; çünkü bunlar türümüzün sahip olduğu “kibir” ile yakından ilgilidir.

Latince homo insan, sapiyens “bilen” veya “bilge” demektir. Biz sapiyens kelimesinin “bilen” anlamını tercih edeceğiz; çünkü eğer kendimize “bilge insan” sıfatını layık görüyorsak ve Pilaton haklı ise, bu kitapta yazdığımız pek çok şeyi çöpe atmamız gerekebilir. Ne de olsa artık felsefeye ihtiyacımız yok demektir. Bunun basit bir sebebi var. Pilaton'a göre,* bilgelik sevgisi anlamına gelen felsefe, herkesin harcı değildir. Felsefeye ihtiyaç duymayanlar: Tanrılar, bilgeler ve aptallardır. Tanrılar ve bilgeler, zaten ona sahip oldukları için, bilgelik sevgisi taşımaz, onu aramazlar. Aptallar ise, zaten bilge olduklarını düşünürler ve bu nedenle onun ardından gitme gereği duymazlar. Kendimiz için “bilge insan” adını gerçekten uygun görüyorsak, yukarıdaki seçeneklerden hangisine dâhil olduğumuzu, okuyucunun değerlendirmesine bırakıyoruz.

Pilaton, filozofları tarif etmeyi de ihmal etmez. Onlar, tanrılar ve bilgelerden aşağıda, aptallardan yukarıda bir konuma sahiptir. Filozoflar bilge değildir ve bunu bilirler; ama tüm yaşamları boyunca bilgeliği arar, onun peşinden giderler. Basit bir çıkarımda bulunursak: Pilaton'un toplumu, aptallar ve filozoflar olarak iki kutba ayırdığını ileri sürebiliriz. Filozofların küçük bir zümreyi teşkil ettiğini düşünürsek, tablo pek iç açıcı değildir. Bununla beraber, hiç kimse, bilerek veya bilmeden, hayatını bir aptal gibi geçirmek istemez. O zaman şöyle bir sonuca varabiliriz: “Herkes” aslında felsefe yapmak ister ve ona ihtiyaç duyar. Diğer yandan, biliyoruz ki herkesin bu arzuya kavuşması mümkün olmaz. İnsanların felsefeden uzak kalmasına yol açan iki ana neden var gibi görünüyor. İlki, bireyin kendi talihsiz seçimlerinin (aptallık) bir neticesi, diğeri ise sosyal sistemin etkisidir (aptallaştırma). Kuşkusuz aptallık, yalnızca bireyin kabahati olamaz. Toplumsal düzenin insanlar üzerinde yarattığı “aptallaştırıcı” etkiyi göz ardı edemeyiz. İşin ilginç tarafı, bu durumu çoğu yetişkin bir şekilde farkındadır. Örneğin bazılarımız, yeni neslin daha “zeki” olduğunu düşünür. Çok küçük yaşlarda karmaşık aletleri kullanmayı öğrenenleri, birkaç dil konuşanları gördükçe, her yeni neslin öncekine oranla daha “akıllı” olduğu izlenimi de güçlenir. Oysa ki elimizde, şimdiki çocukların 100 yıl hatta 5000 yıl öncekilere kıyasla “daha” zeki olduğunu gösteren bilimsel bir veri bulunmuyor. Peki biz yetişkinler neden bu şekilde düşünmeye eğilimliyiz? Aslına bakılırsa, ortada doğru tespit edilmiş bir “belirti” (semptom) var; fakat teşhisi koyarken hata yapıyoruz. Kendimize sormalıyız: Çocuklarımızın daha akıllı olduğunu düşünmemizin nedeni, onların daha zeki olmaya başlamasından ziyade biz yetişkinlerin giderek “aptallaşması” olabilir mi?

Pilaton'un “Devlet” adlı eserinde kurguladığı toplum yapısı içerisinde herkes felsefe ile ilgilenmez. Bir filozoflar zümresi bulunur ama bu küçük topluluk dışında kalan herkes (Pilaton'un Sempozyum'daki görüşlerine göre), aptallığa mahkûm edilmektedir. Böyle bir toplumun ne derece ülküsel (ideal) olduğu tartışmaya açıktır. Bu nedenle, Pilaton'un düşünce sistematiğinde, birey-felsefe-toplum kavramları arasında evrensel bir bağ bulmak zor görünüyor.

Homo sapiyens neyse ki bilge değil, daha çok “bilen insan” anlamında kullanılmaktadır. Bir alt türü bile var “bilen insanın”, adı Homo sapiens sapiens, “bildiğini bilen insan” anlamında. İlkinde “bilmek” (bilen insan) diğerinde ise bir tür “farkındalık” (bildiğini bilen) insanın ayırt edici özelliği olarak sunulmaktadır. Dikkat edilir ise, ikisi de “düşünmek” ile doğrudan ilgili değildir. Bir şeyi bilmek için mutlaka düşünmek gerekmez. Algı bilgisi böyle bir bilgi türüdür. Güneşin doğuşunu gözümüzle görürüz, üzerine düşünmemiz gerekmez. Farkındalık da doğrudan düşünce ile bağlantılı değildir. Örneğin meditasyon sırasında zihnimiz etrafının farkındadır ama aynı zamanda her türlü düşünceden de uzaktır. İşin özeti, kendimiz ile ilgili yaptığımız tanımlama veya adlandırma, bizi tutarlı şekilde tasvir ediyor mu, tartışmaya oldukça açıktır.

İnsanın yapıp etmelerinin hemen hepsi, ortaya koyduğu bütün soyut ve somut eserler, düşünme eylemi sayesinde varlık bulmaktadır. O zaman bazı soruları sormamız icap ediyor. İnsan neden açık açık “düşünen bir canlı” olarak adlandırılmıyor? Düşünce ve felsefe arasındaki ayrılmaz bağın kurulmasındaki engel, felsefe teriminin Hıristiyan Batı dünyasında (ve keza İslam geleneğinde) yaptığı pagan çağrışımlar olabilir mi? Asıl meselemiz, düşünce eyleminin, neden doğrudan insanın belirleyici bir özelliği olarak görülmediğidir. Neden kendimizi Homo filozofus* (felsefe yapan insan veya filozof insan) olarak adlandırmaktan çekiniyoruz?

Bu çapraşık durumun, özellikle Batı düşünce geleneğinde belirgin bir şekilde etkili olduğunu görmek mümkün. İnsan, doğaya egemen olmuş üstün ve kutsal bir canlıdır. Doğanın kendisi bile, insan için yaratılmıştır. Büyük dinlerin etkisi altında, insan o kadar “eşsiz” kabul edilmektedir ki bir garip İsveçli ona isim koymakta zorlanır. Oysa tek yapması gereken insanı insan yapan, onun benzersiz bir canlı olmasını sağlayan özelliği saptamaktır. Bunu yapmak için bilimsel yöntemler kullanır; ama araştırdığı canlı o kadar yükseklere çıkarılmıştır ki bilimin söyledikleri çok yavan kalır. Hiyerarşinin en tepesine oturduğunuzda, hakkınızda söylenen bir söz gerçeklere dayanıyor olsa bile, sizi yücelten mitos ile uyuşmuyor ise, kabul görmesi zordur. İnsan için de aynen böyle olmuştur. Lineya, başka canlılarda olmayan ve yalnızca insanda gözlemlediği bir özellik bulamadı. Konuşma yetisi, en belirgin farklılık gibi dursa da, pek çok canlı türünde, bireyler arasında bir tür iletişim olduğunu biliyoruz. İki ayağı üzerinde durmak, sorun çözme yeteneği veya düşünmek, sadece insana özgü eylemler değildir. İşin aslı, sahip olduğumuz yeteneklerin tümü, canlılar dünyasında ziyadesiyle mevcuttur. Bizi farklı kılan, bu yeteneklerin bazılarında hiçbir canlının yapamadığı kadar uzmanlaşmış olmamızdır. Hepsi bu. Kuşkusuz, kutsal suyla yıkanmış insan, böyle bir tanımlamaya kolay kolay tenezzül etmeyecekti. İnsanın, hayvanlar âleminin bir parçası olduğu gerçeği, geleneksel düşünce alışkanlıkları ile çatışır. Örneğin “ruh” kavramı, mantığımızda çelişkiler yaratan bu tür yerleşik düşünce kalıplarından biridir.

Doğaüstü bir kavram olan “ruh”, insanı insan yapan nedeni açıklamak için biçilmiş kaftantı. Bu kavrama çağlar boyunca farklı anlamlar yüklendi. Bazen akıl ile eş tutulmuş, kimi zaman da insanın mahiyetine üflenen bir ayrıcalık, yani tanrının soluğu oluvermiştir. Gözlem ve deneye dayalı araştırma alışkanlığı geliştikçe, ruh kavramı da giderek folklorik bir zemine kaydı. Bugün insanın biyolojik yapısı içerisinde, ruh kavramının herhangi bir anlamda yeri bulunmamaktadır. Sonuç olarak, bilimi çıkış noktası alıyorsak, “ruh” kavramı bizim için bir başvuru kaynağı olamaz. Onsekizinci yüzyılda Lineya için olmadığı gibi. Şurası kesin, yalnızca belli konularda uzmanlaşmış bir canlı düşüncesi, “tanrının oğlu” sıfatının yanında her zaman sönük kalmaya mahkûmdur. Ne de olsa insan, kendi uydurduğuna körü körüne hayranlık duyabilme yeteneğine sahip, “benzersiz” bir canlıdır. Açıkçası ruh ile ilgili tartışma bugün için geride kalmış görünse de konunun hâlen tam olarak içselleştirildiği söylenemez.

İnsanı tanımlama ve adlandırmadaki güçlük, yalnızca dinsel düşüncenin etkisi ile açıklanamaz. Konu, felsefenin toplumsal anlamda değerini yitirmesi ile de ilgilidir. Felsefe, bir eylem olarak, toplum nazarında itibarını yitirmiştir. Bunun nedenleri arasında, daha önce değindiğimiz üzere, felsefe ile ilgili toplumsal değer yargılarının ve bunları ayakta tutan kurumsal yapıların zaman içinde ortadan kalkması başta gelir. Dolayısı ile, felsefenin kendisinden kaynaklanan bir durum değildir bu. Batı düşüncesinde, deyim yerindeyse, bilgi ve düşüncenin arası açılmıştır. İnsanı “bilen” bir canlı olarak adlandırmanın arkasında, bilginin (bilmenin), düşünce ediminin önüne geçmiş olması yatar. Lineya'nın yaşadığı dönemden bu yana pek bir şey değişmedi. Tam tersine, birbiriyle at başı gitmesi gereken iki eylemin arasındaki denge bozulmaya devam etti. Bugün, Bilgi Çağı'nda yaşadığımızı söylüyoruz; ama düşünme eksikliğinin ölümcül sonuçlar doğurmaya muktedir olduğunu anlamış görünmüyoruz. Artan bir hızla, bilgi ve maddi kazanç birbiriyle eş tutulurken, maalesef, uygarlığın ancak düşünce ile yeşerdiği göz ardı edilmektedir. Bu gidişle, belki maddi açıdan zenginleşebiliriz; ama daha medeni olacağımızın hiçbir garantisi bulunmamaktadır.

Bilmek ve düşünmek, birbirinin içine geçmiş ama kesinlikle farklı iki zihin durumudur. Aslına bakarsanız, bu iki kavramdan daha önce bahsetmiştik. Kültür ve felsefe arasındaki ikilemin kökeni, buraya dayanmaktadır. Kültür, bilginin (bilmek), felsefe de düşünme eyleminin özdeşidir. Bilgi olmadan düşünce, düşünme olmadan da bilgi ortaya çıkmaz; ama uygulamada biliyoruz ki birbirlerinden bağımsız hayat bulabilirler. Zaten sorun da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Bilme ve düşünme kavramlarını biraz daha kurcalamak, aydınlatıcı olabilir.

Bir şeyi “bilmek” demek, o şeyin bilgisine sahip olmak anlamına gelir. Bilgi iki yolla elde edilir: Düşünerek ve düşünmeden. Algı bilgisinin, düşünmeden sahip olduğumuz bir bilgi türü olduğunu belirtmiştik. Bilgiyi elde etmenin diğer yolu ise, düşünme etkinliğinin bir neticesi olarak gerçekleşir. Soruyu soralım: Ancak düşünerek elde edilebilen bir bilgiye, düşünme eylemini gerçekleştirmeden ulaşmamız mümkün olabilir mi? Yanıt basit: Eğer sizin yerinize düşünen biri var ise, elbette mümkün. Düşünme eylemini gerçekleştiren kişi, elde ettiği bilgiyi, kağıda veya söze döker ve siz bu aktarımdan yararlanırsanız, düşünme eylemini devre dışı bırakarak, “bilgi sahibi” olabilirsiniz. Bu tür bilgi, yalnızca akıl yürütme yetisini “kullanan” biri tarafından var edilebilir; ama bilgi bir kez ortaya konulduğunda, başkaları o bilgiye “sahip” olmak için “düşünmek” zorunda değildir artık. Kültürün üzerimizde yarattığı “sürüleştirici” etki, düşünmeden sahip olduğumuz bilgiden kaynaklanır. Bilgiye sahip olmanın kısaca bahsettiğimiz iki zıt yolunu, bir örnek ile açıklamakta yarar var.

Zihnimizi, toprağı gayet verimli bir bahçeye benzetelim. Düşünmeden sahip olduğumuz bilgiler, bu bahçeye saksı içerisinde konmuş ağaçlardır. Bütün bahçeyi bu ağaçlar ile donatabilirsiniz; ama ağaçlar bahçenin toprağına değmeyecektir. O bahçenin toprağından filizlenmedikleri gibi, oradan beslenmezler de. Bu şekilde, koca bir orman yaratabiliriz zihnimizde. O zaman şu soruyu sormamız gerekir: Hepsi birer saksının içinde yaşayan bu ağaçların bir arada durması, onların “orman” olarak tanımlanması için yeterli midir? Bu soruya olumlu yanıt vermek zordur. Yaptığımız benzetmede, toprak, zihnimizin üretken yapısını temsil eder. O toprak sayesinde sahip olduğumuz bilgiler arasında yeni bağlantılar kurarız ve yine onun aracılığıyla zihnimizde yer alan bilgileri çoğaltabiliriz. Bunları yapabilmemiz için en temel koşul, sahip olduğumuz bilgilerin zihnimizin toprağına değiyor olmasıdır. Nasıl ki doğada ağaçların kökleri toprağın altında yayılıp birbirleri ile etkileşir veya tohumlar toprağa düşerek yeni filizler meydana getirir, zihnimizde de benzer bir süreç yaşanır. Zihnimizin toprağına değmeyen bilgi, oraya tepeden inmiştir ve özü ile ilgili pek fikrimiz olmadığı için de diğer bilgilerimiz ile ilişkilendirmemiz güçleşir. Düşünme eyleminin bir sonucu olarak elde ettiğimiz bilgiler ise, bahçenin verimli toprağına kök salmış ağaçlar gibidir. Bu şekilde, ağaçlar ve toprak çok daha farklı bir ilişki kurmaktadır. Onlar artık birbirleriyle ilişiksiz, emanet duran ağaçlar değildirler; bahçenin bir parçasıdırlar.

Düşüncelerimizle ulaştığımız bilginin, ilk kez bizim tarafımızdan keşfedilmiş olması gerekmez. Başkasının emeği ile ortaya çıkmış olabilir; ama o bilginin bizim için bir anlamı olmasını arzu ediyorsak, üzerinde düşünmemiz şarttır. O yüzden, hazır bilgi her koşulda zararlıdır önermesi, doğru bir ifade olmaz. Bilgiyi sorgulamadan kabul etmemiz gereken koşullar elbette vardır. Örneğin, acil bir durumda, yangın çıkışının nerede olduğu önemlidir ve bu bilgiyi tehlike anında sorgulamak ölümcül sonuçlar doğurabilir. Bir başkasının düşünme eyleminin neticesi olan “hazır bilgi”, eğer kaynağına ve oluşturuluş biçimine güveniyorsak, geçici bir süre için, gerçekleştirdiğimiz akıl yürütme esnasında veri olarak kullanılabilir. Bu tür bilgiyi daha sonra teyit etme ve o bilgi üzerinde düşünme hakkımız bakidir; öyle de olmalıdır, çünkü düşüncelerimizin tutarlılığı, kullandığımız verilerin (bilginin) hassasiyeti ile doğrudan bağlantılıdır.

Bilmek ve düşünmek arasındaki önemli farkın vurgusunu yapmak bizim için önemlidir. Bu kitapta savunmaya çalıştığımız bazı fikirlerin bekası için elzem bir konudur. Düşünme ve felsefe arasında bir tür özdeşlik kurduk. Bilmek ve bilgiyi ise, kültürün, bir anlamda “hazır bilginin” kaynağı olarak belirledik. Mevzuyu bir örnekle daha da anlaşılır kılmak mümkün. Aristoteles'i ele alalım. Hiç kuşkusuz, döneminin en bilgili insanlarından biriydi. İlgi duyduğu konuların genişliği, kurduğu kütüphane ve yazdığı eserlerden anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, bugün ortaöğretimi bitirmiş bir öğrenci, temel konularda Aristoteles'ten açık ara daha bilgilidir. Üstelik, bu öğrencimizin sahip olduğu bilgilerin güvenilirliği, iki bin yıl öncesi ile kıyaslanmaz bile. Arada böyle önemli bir fark olmasına rağmen, Aristoteles'in insanlık tarihine yaptığı katkının benzerini, ortaöğretim mezunu öğrencimizden beklemeyiz. Netice itibariyle, bilgi tek başına bir anlam ifade etmez. Öyle olsa, bugün içinde milyonlarca filozofun dolaştığı şehirlerimiz ve bambaşka bir dünyamız olurdu.

Aristoteles gibi insanları insan yapan, diğer bir ifade ile filozof kılan unsur, düşünmeleridir. Düşünmek, bilmekten çok daha etkin bir eylemdir. Bu önemli ayrım, antik dönem Helen kültüründe içselleştirilmiş bir olguydu. Onlar erdemli bir hayatı arzuluyordu ve bu hedefe ulaştıracak yolun felsefe yani “düşünme eylemi” olacağı kanısındaydılar. Antik kültürün konuyla ilgili genel algısını kabaca özetlemeye çalışalım. Buna göre, örneğin erdem, ancak düşünmeyle elde edilebilen bir vasıftır. Eğer bir davranış, kendi düşüncelerimizden kaynaklı değil ise sonuçları ne kadar olumlu olursa olsun, erdemli sayılamazdı. Size öyle öğretildiği için başkalarına iyilik yapıyorsanız, yaptığınız sadece “öğrenilmiş davranış” veya bir tür alışkanlıktan ibarettir. İyilik yapmak her durumda güzeldir; ama “erdem” başka bir şeydir. Sonuç olarak, düşünce ve davranışlarımızı tutarlı biçimde açıklayamıyorsak, erdemli bir hayattan söz edemeyiz.

Düşünmek ve bilmek arasında, farkında olmamız gereken bazı noktalar mevcut. İki kavramın birbirini var ettiğini dile getirmiştik ve bu karşılıklı etkinin işleyiş biçimi, konuyu daha iyi anlamamızı sağlayabilir. Bilgi veya bilme eylemi, yeni bir bilgi oluşturmak için tek başına “yeterli” değildir. Yeni bir bilgiyi oluşturmak için denklemde mutlaka “düşünme” var olmalıdır. Bilgi bu bakımdan aynı kültür gibi “durağan” bir özelliğe sahiptir. Üretken değildir. Bilgi, düşünce üretemez; ama düşünce, bilgi üretebilir. Bu nedenle bu iki temel kavram arasında baskın ve üretken taraf her zaman için düşünme'dir. 


assos.city



Bölüm 24. Madde 26 Üzerine Düşünceler


Felsefe yapmak, düşünme ve bilme eylemlerinin bir sonucudur. Bu kavramların, insanın varoluş mücadelesindeki önemi ile ilgili bazı fikir zincirleri oluşturmaya çalıştık. İnsanın doğadaki yerine ve onu farklı kılan temel unsurlara vurgu yaptık. Bir canlı olarak insanın nasıl tanımlandığı, şüphesiz ki, eğitim sisteminin yapısını da şekillendirmektedir. Bu konuyla ilgili olarak, özellikle Helen kent devleti içerisinde eğitimin içeriği ve uzun süreli etkileri konusunda bazı düşünceler ortaya koymaya çabaladık. Genel bir çerçeve içinde, eğitim ve öğretimde yapılmış farklı uygulamaların sonuçlarına değindik.

Tarih, çok farklı açılardan yorumlanmaya müsait bir alandır. Değişik kültürlerin eğitim ile ilgili anlayış ve uygulamalarına bakarak, başka alanlardaki başarı veya başarısızlıkların gerisindeki temel nedenleri, önemli ölçüde saptayabiliriz. Bu çıkış noktası, yalnızca geçmiş kültürleri incelerken değil, aynı zamanda bugün ve yarını değerlendirmek için de bize tutarlı bir bakış açısı kazandırır. Ne yazık ki tarihi gerektiği gibi ele almadığımız için büyük bedeller ödemek zorunda kaldık.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, 1948 yılında ilan edilen, zor elde edilmiş, çok şeylerin feda edilmesinin ardından gelen bir kazanımdır. Kabul etmeliyiz ki insanlık, ancak 60 milyon insanın ölümünün ardından böyle bir metni kaleme almayı başarabilmiştir. O nedenle, bu metin ile ilgili her şey, en ufak ayrıntı bile, son derece yoğun bir özen ile oluşturulmak zorundadır.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 26. maddesi, eğitim ile ilgilidir:

1.Herkes eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel eğitim aşamasında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleksel eğitim herkese açıktır. Yüksek öğretim, yeteneklerine göre herkese tam bir eşitlikle açık olmalıdır.

2.Eğitim insan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarıyla temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel topluluklar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışı koruma yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir.

3.Çocuklara verilecek eğitimin türünü seçmek, öncelikle ana ve babanın hakkıdır.

Bu madde, eğitimin bir insan hakkı olduğunu belirtmesi ve öğretimin yaygınlaştırılması ile ilgili yaptığı vurgu bakımından büyük önem taşır. Bunun yanında, bu kitapta az çok değinmeye çalıştığımız gibi ve tarihsel deneyimlerin gösterdiği üzere, 26. maddenin yapmış olduğu tanımlama yeterli olmaktan uzaktır. İçeriği insan doğasına uygun olmayan her türlü öğretim faaliyeti, insanlığa yalnızca sınırlı ölçüde bir katkı sağlar. Öğretimin yaygın hâle getirilmesi şüphesiz iyidir; ama ne öğretildiği her zaman daha önemlidir. Çok çeşitli eğitim sistemleri kurgulanabilir; ama evrensel değerlere erişilmek isteniyor ise, insanın “düşünmeyi öğrenme” hakkı vurgulanmalı ve esas kılınmalıdır. Zira insana “düşünmek” öğretilmiyor ise, verilen eğitimin ne ölçüde bir anlamı olabilir?

Felsefe, bir eylem olarak, “insanlaşma” sürecinin ana belirleyicisidir. Geçmişte bunun farkına varabilmiş kültürler, insanın insanlaşma serüveninde en büyük katkıları ortaya koyanlardır. “Düşünmeyi bilmek ve uygulamak”, felsefe yapmanın özetidir. Felsefe, birey ve toplumu aynı oranda ilgilendirir ve etkiler. İnsanın varoluşu ile doğrudan ilgili bu eylemin, eğitim sistemi içerisinde “temel” bir yeri olmalıdır; ama maalesef bugün bunun çok uzağındayız.

Piyer Ado'nun* vurguladığı gibi, felsefe bugün, akademi koridorlarına hapsolmuş ve toplumdan uzak bir görüntü içindedir. Birkaç yüzyıldır hızla devam eden “uzmanlaşma” çılgınlığı felsefeyi de kuşatmıştır. Uzmanlaşma, tek başına ele alındığında zararsız (ve hatta kendi içinde yararlı) ama eğer toplumdan “yalıtılma” durumunun tezahürü olarak değerlendirilir ise, olumsuz bir belirtidir. Eğitimin odak noktası, bireylere düşünmeyi öğretmek olmalıdır ve bu, insanın doğasını yaşayabilmesi adına zorunludur. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin eğitim sistemleri, yaygın öğretimi yüksek oranda gerçekleştirmeyi başarmış olsa da, belirttiğimiz nedenlerden ötürü, nispeten bilgili ama fikir sahibi olmayan bireyler yetiştirilmektedir. Öğretim sistemlerinin, düşünceyi değil bilgiyi amaç edinmesi, eğitim bilim (pedagoji) ilkelerine son derece terstir; çünkü vurguladığımız gibi, bilgi, tek başına yeni bilgi üretemez. Dolayısı ile, bilgi deposu olarak görülen genç nesiller, verilenden fazlasını ortaya koyamaz. Düşünme alışkanlığının yokluğuna merak duygusunun eksikliği eşlik eder; zira zihninizi meşgul eden düşünceler yok ise, merak ettiğiniz bir konu da yok demektir. Merak olmadığı sürece, “öğrenme” ve doğal olarak öğretim sağlıklı şekilde gerçekleşmez. Bu sonuç, “bireyin” oluşması engellendiği için, eğitimin temel hedeflerine tamamen aykırıdır.

Halkın egemenliği demek olan demokrasinin varlığı, kuşkusuz, bir toplumun iyi yönetileceğini garanti etmez. Benzer şekilde, öğretim faaliyetinin istenilen yaygınlığa ulaşması, ortada kayda değer bir eğitim sisteminin var olduğunu göstermez. İnsan nedir sorusuna tutarlı şekilde yanıt vermeden, uygun bir eğitim sistemi ortaya koymak mümkün değildir. Helen kültüründe bu kısmen başarılmıştı ve tarihe büyük etkileri oldu. Helen toplum yapısının çözülmesi veya başkalaşması ile birlikte, bu başarı bir daha özellikle düşünce zenginliği bakımından tekrarlanamadı. Bugün hangi çağdaş düşünce akımını incelersek inceleyelim, içeriğinde antik dünyanın izlerini bulabiliriz. Bu durum, göz ardı edilemeyecek muazzam bir tesirin varlığına işaret eder. Çağdaş dünyanın beceriksizliği, Helen kent devletinin sınırları içinde başarılmış bu önemli uygarlık adımını, büyük ölçekli toplum yapısına taşıyamamış olmasıdır. Üstelik bu başarı, çağdaş dünyanın varlık bulmasını sağlayan temeli oluşturmasına rağmen, sürdürülememiştir. Aslında bugünün sorunları, kabaca Roma hakimiyetinden itibaren belirtilerini göstermeye başlamıştı. Romalı bazı yazarların, içinde yaşadıkları topluma getirdikleri eleştiriler, ne ilginç ve acıdır ki, günümüz için hâlâ geçerlidir.

Petronyus, M.S. 1. yüzyılda yaşamış bir saray mensubuydu. Satürikon adında, nesir ve şiir biçimlerini harmanladığı bir eser kaleme almıştır. Satürikon, Latin dillerindeki ilk roman çalışmalarından biri olarak kabul edilmektedir. Bu eser, içerdiği sosyal hicvin yanı sıra, günlük yaşantı ile ilgili verdiği bilgiler nedeniyle de önem taşır. Bu romandaki karakterlerden biri, kırk yaşına kadar köle olarak yaşayan Tirimalkiyo'dur. Eğitimlidir ve sahibinin bir tür finans danışmanı olarak çalışmıştır. Azat edildikten sonra da işlerine devam etmiş ve büyük bir servetin sahibi olmuştur. Romandaki karakter, çoğunlukla kendi gibi azat edilmiş kölelerin katıldığı, gösterişli yemek ve eğlenceler düzenleyen biridir. Petronyus, bu karakteri, sonradan görme, gösteriş meraklısı ve felsefe karşıtı bir imge olarak kurgulamıştır. Eserin bir bölümünde, Tirimalkiyo, taş ustasına kendi mezar anıtının nasıl olması gerektiğini anlatırken, o çarpıcı vurguyu yapar. Mezarında şöyle yazmasını istemektedir:

Mirasçılarıma otuz milyon bırakıyorum ve bunu tek bir filozofun bile dersini dinlemeden başardım”.

Tirimalkiyo, belli ki muhasebe, dil bilgisi ve benzeri dersleri almıştır ama felsefe eğitimi görmemiştir. Onun kişiliği, dönemin Roma'sında yaygınlık kazanan bakış açısını yansıtmaktadır. Karşımızda “eğitimli” ve varlık sahibi bir köle var. Helen dünyasının pek de alışık olmadığı bir durumdur bu. Eserin bize aktardığı tablo içerisinde, Roma toplumundaki değişimler ile ilgili ipuçları bulmak mümkün. Eğitimin yaygınlaşması ve ekonomik varlığın paylaşılmasında, sınıfsal ayrımların eskiye oranla daha az etkili olduğunu anlıyoruz. Diğer yandan, toplumsal değer yargılarında köklü değişimler mevcuttur. Helen ülküsünü meydana getiren, yurttaşlık bilinci ve erdem üzerine kurulu bir ahlak anlayışı, çok gerilerde kalmıştır. Felsefe, tüm bu Helen değerlerini birleştirip gerçekleştiren bir köprü vazifesi görüyordu. Değerler ortadan kalkınca, ister istemez felsefe de gözden düştü. Düşünce, araştırma ve sorgulama ihtiyacı, yerlerini başka unsurlara bıraktı. Roma'nın gündeminde güç, para ve gösteriş vardı artık. Helenlere özgü kayda değer özelliklerin çoğunun yozlaştığını söylemek yanlış olmaz.

Tirimalkiyo, sonradan görmelik konusunda yalnız değildir. Hermeros adındaki bir diğer karakter, eğitim konusundaki anlayışını sergileyerek, Tirimalkiyo'ya eşlik eder. Şöyle demektedir:

Hendese, eleştiri veya diğer anlamsız saçmalıkları öğrenmedim, ama büyük harfleri ve ölçü yüzdelerini biliyorum...”

Hermeros, sözlerini alaycı bir şekilde sürdürür:

Evet, aldığım eğitim için tanrıya şükran duyuyorum, benim ben olmamı sağladı.”

Bu iki kurgusal karakterin sözleri inandırıcı gelmedi ise, Romalı yazarların, aynı dönem yaşamış “gerçek” kişiler hakkında söylediklerine kulak vermek yeterli olacaktır. Genç Seneka (M.S. 1.yüzyıl), Romalı filozof ve devlet adamıdır. Seneka'nın aktardığına göre, Kalvisyus Sabinus, kölelikten gelme çok zengin bir adamdır. Çevresine karşı bilgili gözükmek isteyen biridir ve dönemin adeti üzere, bu arzusunu parası ile gerçekleştirmeye çalışır. En iyi hocalardan dersler almak yerine, daha kısa bir yol keşfetmiştir. Kendisi öğrenme zahmetine girip zihnini yormaz. Bu iş için kölelerinin eğitim almasını sağlar. Bir köle Homeros'un eserlerini ezberler, diğeri ise Hesiyodos'unkileri ve bu böyle sürüp gider. Sabinus, antik edebiyatı ezberlemiş köleleriyle katılır yemek davetlerine. Uzman köleler, toplantılarda gerektiği zaman Sabinus'a sufle verir veya onun bir işareti ile eski şairlerden alıntılar yapardı. Kölelerinin eğitimi için çok büyük bir servet harcadığı anlatılmaktadır. Bu yöntem yalnızca Sabinus tarafından uygulanmamıştır. Davetlere sahiplerinin yanında gelen bu eğitimli kölelerin bir adı var; Deyipnosofistay*, “yemek masası bilginleri” anlamına gelmektedir. Sonuç olarak, bu tarz bir hizmetin yaygınlaşıp, meslek hâline geldiği anlaşılmaktadır. Pergamonlu (Bergama) büyük tıp bilgini Galenos da benzer gözlemlerde bulunur. Roma'da tarih M.S. 2. yüzyılı göstermektedir. Galenos, yaşadığı dönemin bir eleştirisini yapar ve bazı zengin aptalların kölelerini eğitmek için büyük servetler ödediklerini; ama kendilerinin cahil kaldığını dillendirir. Galenos bu sözleri, Sabinus'un yaşadığı dönemden yüzyıl sonra söylemektedir. Bu nedenle, Sabinus'un münferit bir örnek olmadığı açıktır.

Düşüncelerini şöyle dile getirir Galenos:

Ne utanç vericidir ki, bazı kölelerin değeri 10.000 dırahmi ederken, sahipleri 1 dırahmi bile etmez”.*

Eğer bu örnekler ikna edici gelmediyse, Roma'nın ihtişamlı imparatorlarının icraatlarına göz gezdirebiliriz. Petronyus, Satürikon adlı eserini yazdığı dönemde, Roma'nın tanrı kıralları neler yapıyordu acaba? Doğu'dan miras alınan imparatorluk anlayışı, kolay taşınan bir sıfat değildi. Gücü elinde bulunduran imparator, etrafına karşı her zaman derin bir güvensizlik duyuyordu. Tiranlık anlayışının, çoğulcu yönetim sisteminden farkı budur; kaybedecek çok şeyi olan “bir kişi” vardır ortada. Bu koşullar, tiranın çevresine karşı sert ve şüpheci yaklaşmasına neden olur. Ne ilginçtir, bizimle yakın akraba olan bazı maymun türlerinde de benzer bir kişilik durumu gözlenmektedir. Örneğin pek çok gelişmiş pirimat türünde, sıkı bir erkek egemen derece düzeni (hiyerarşi) bulunmaktadır. Bu düzen sabit değildir ve dolayısı ile sürekli bir mücadele durumu söz konusudur. En tepeden başlayarak, erkek bireyler üzerinde gerilim ve şüphe o kadar fazladır ki, sahip oldukları konumu kaybetme korkusu pek çoğunu hasta eder. Özellikle üst mevkideki bireyler, hâkimiyeti zorla ele geçirmiş veya kaba güç ile iktadarını sürdürmeye çalışan tiranlar gibi yoğun bir paranoya içindedir. Bu koşulların doğal bir sonucu olarak, maymunlarda, insanlarda olduğu gibi ülser ve kalp hastalıklarına rastlanmaktadır.* İktidar hırsı, doğamızın, yenmeyi pek başaramadığımız ve çok da yarar getirmeyen bir yönü gibi durmakta. Biz en iyisi, lafı fazla uzatmadan, cangıldan çıkıp Roma'ya geri dönelim.

Roma'nın M.S. 1. yüzyılı, betimlemeye çalıştığımız çerçeveye oldukça uyar. En tepedekilerin zihninde paranoya kol gezmektedir. Herkesten şüphelenmekte ve herkesi kendilerine tehdit olarak görmektedirler. İmparator Nero, ardından Vespasiyanus ve en sonunda Domitiyanus, türlü nedenler ile, Roma'dan filozofları kovar. Özellikle Domitiyanus, yalnızca Roma kentiyle yetinmez, adalar dahil tüm İtalya'nın dışına sürgün (relegatiyo) edilmelerini emreder.* Roma siyaset geleneğinde sürgün eski bir uygulamadır. Muhalifleri veya toplumu tehdit eden yabancı yerleşimcileri kovmak için, yasal bir düzenleme olan relegatiyo kullanılmaktaydı.** M.Ö. 173-154 arasında, yine Roma'dan pek çok filozof ve öğretmenin sürgün edildiğini biliyoruz.*** Filozoflar, gençlere aykırı düşünce ve zevkleri öğrettikleri gerekçesiyle suçlanmıştır. Buradan anlıyoruz ki filozoflara karşı hoşgörüsüzlüğün, Roma için uzun bir geçmişi var. Özellikle imparatorluk döneminde, sürgünlere idamlar da eşlik ediyordu. Velhasıl, Roma, Ege kentlerinin siyaset ve düşün alanında eriştiği olgunluğa uzun zaman (ya da hiç) yetişememiştir. Helen ve Roma kültürleri arasındaki çarpıcı farklardan birisi de budur. Helen toplumunda yaşayan filozoflar, gerektiğinde, yöneticileri kenti terk etmek ile tehdit ederken; Roma'da ise tam tersi, yönetim, filozofları sürgün cezası ile korkutmaktadır. Roma dönemi ile birlikte, sözü dinlenen, saygıda kusur edilmeyen filozof takımı, tarihe karışır.

Konuyu özetlemek gerekir ise, eğitimin özellikle de felsefenin, tasvir etmeye çalıştığımız ortam içerisinde değerinin anlaşılmasına imkân bulunmuyordu. Bu yalnız Roma imparatorluk dönemine özgü bir durum da değildir. Daha öncesinde, Helen kentinin yapısı içerisinde de, filozofları haksız şekilde eleştirip, hor görenler olmuştur. Aradaki fark, bu küçümsemenin, Roma döneminden başlayarak yerleşik hâle gelmesi ve yaygınlaşmasıdır. Bu nedenledir ki, Tirimalkiyo, Sabinus ve benzerleri, tarih boyunca çoğalarak varlıklarını sürdürmüştür. Bugün, eski zamanlara nazaran daha kalabalık oldukları da kesindir. Uzun lafın kısası, eğer biz, atomu parçalayıp sonra bunu kendi türümüzün mensuplarını öldürmek için kullandıysak, bu hâle dün gelmedik.

Şimdi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ne geri dönelim ve 19. maddenin yaptığı vurguyu hatırlayalım:

Madde 19: Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar.

Düşünce ve ifade özgürlüğünün anlam ve önemi tartışma götürmez. Diğer yandan, “düşünce hakkı” derken neyi kastediyoruz? Düşünme eylemini gerçekleştirmek mi, yoksa düşünme ile ortaya çıkan fikirlerin korunmasını mı? Açıktır ki kastedilen ikincisidir. İnsan, herhangi bir konuda, istediği fikri düşünüp savunabilir. O zaman şu soruyu sormak gerekir: İnsana düşünmeyi öğrettik mi ki düşüncelerinin haklarını koruyoruz? Bilindiği gibi düşünme ve düşünce, birbirinden ayrı kavramlardır. Düşünce, düşünme eyleminin neticesinde ortaya çıkar. Düşünme eyleminin gerçekleşmesini sağlayacak şartlar hak olarak verilmedikten sonra, bu edimin sonunda elde edilmesi muhtemel düşüncenin korunması ne ölçüde mantıklıdır?

Ne var ki, düşüncelerimizi ifade etme hakkı, ancak ve ancak, kendimize ait düşüncelere sahip olabilmemiz halinde bir anlam taşır...” (Erih Furom)*

Elbette düşüncenin korunması kaçınılmaz bir ihtiyaçtır; ama yalnızca belli bir kesim için. Bu, düşünme yetisini kullanabilme “özgürlüğüne” sahip olan şanslı bir azınlıktır. Başka bir ifade ile, doğasına göre yaşayabilme fırsatını elinde bulunduranlar için geçerlidir bu hak. Ne yazık ki toplumun küçük bir bölümünü oluştururlar ve düşünme veya felsefe ile olan ilişkileri öznel koşulların neticesi olarak şekillenmiştir; sistematik bir öğretimin veya toplumun değerler yapısının yönlendirmesi ile değil. Eni sonunda düşünmek, “öğretilmesi gereken” bir eylem olarak tanımlanmamaktadır. O nedenle, “düşünmeyi öğrenme” veya “felsefe hakkı”, bir hak olarak kabul edilmez. Böyle olduğu içindir ki, felsefe, toplumun geneline nüfuz etmez. Felsefeden yoksun kalan bir toplum da doğal olarak insanlıktan uzaklaşmaktadır. Sonuç itibariyle, tüm insanlığın evrensel değerlerinin bir ifadesi olan bu bildirgenin, malum nedenler yüzünden herkesi kucaklamadığı ortadadır.

İnsanın doğasına ilişkin bu temel vurgunun eksikliği, Lineya'nın yaşadığı 18. yüzyıldan bu yana, kendi türümüzün tutarlı bir tanımını yapmaktan ne kadar uzak olduğumuzun kanıtıdır. Düşünme, temel bir “ihtiyaç” olarak kabul edilmemektedir. İnsanın ancak düşünme eylemi sonucu “insanlaştığını” ve bu edimin onun “doğası” olduğunu anladığımız gün, evrensel bildirimize insanın felsefe yapma özgürlüğünü yazacak dirayeti göstereceğiz.

İnsanın felsefe yapabilme hakkı ne anlama gelir? Öncelikle, düşünmenin, aynı “insanlaşma” gibi “öğrenilen” bir eylem olduğu anlaşılmalıdır. Öğrenilenin, öğretilmesi gerekir. Dolayısı ile, eğitim sistemi, “düşünen insan” yetiştirmek ile yükümlüdür. Felsefe, mantık ilkeleri doğrultusunda, bilgiye dayalı düşünmedir ve eğitim sisteminin temelini teşkil etmelidir. Her birey “insanca” yaşayabilme hakkına sahip ise eğer, bunun gerçekleşebilmesi için, felsefe öğrenme ve yapma özgürlüğü ona verilmek zorundadır. Bu vurguyu yapmayan bir bildiri her zaman eksik kalacaktır.

“Düşünme özgürlüğü”, yalnızca eğitim ile de sınırlı değildir. Bireyin içinde yaşadığı toplumsal sistemin yapısı da, onun doğasını yaşamasına olanak vermelidir. Felsefe yapmayı öğretmek ile düşünmeye imkân tanımanın, birlikte var olması gerekir. Eğer öğrenilen eylemin (felsefe) gerçekleştirilmesine yönelik koşullar sağlanmaz ise anlamsız bir iş ortaya çıkar. Bu koşulların neler olduğu üzerine ayrıntılı bir değerlendirme yapmak gerekir; ama biz burada ancak ana çerçeveyi çizebiliriz. Öncelikle, felsefenin, insan doğasını gerçekleştirmek ile ilgili bir eylem olduğu düşüncesi, toplumsal farkındalığın parçası hâline gelmelidir. Bu farkındalık, insanın doğasına uygun yaşamasına “hizmet” eden bir yönetim sistemiyle eşgüdümlü hareket etmek zorundadır. Unutmamalıyız ki, insanın tutarlı bir tarifi üzerine inşa edilmeyen hiçbir yönetim sistemi, onun ihtiyaçlarını karşılamaya muktedir olamaz. Toplumsal sistem, düşünme ve bilme süreçlerini yoğun şekilde teşvik eden bir ortamı sağlamalıdır. Felsefe yapma ihtiyacının yanı sıra, insanın toplum içerisinde güvenlik, barınma ve beslenme gibi başka temel gereksinimleri de vardır. Bu temel ihtiyaçlar giderilmeden, akla uygun bir sistemin hayata geçmesi olanaklı değildir. Öyle ise, belli başlı ihtiyaçlarımızın -felsefe yapmanın da dahil edildiği- karşılanmasına yönelik bir sistem arayışı içerisinde olmamız yerinde olacaktır. Şüphesiz, “insanı” anlamadan, onun gereksinimlerini makul şekilde belirlemek imkânsızdır.

Ütopyalar tarihi, insanın geleceğe yönelik yaptığı, birbirinden farklı yorum ve hayallerin bir toplamıdır. İnsanı nasıl tanımladığımız, doğal olarak, tasarladığımız hayalleri doğrudan etkiler. Felsefe yapmak, örneğin Sokrates'in düşüncesinde, belli bir zümreye bağlı olarak ele alınmaz. Sokrates, sözlerini dikkate alan “herkese”, sorgulayıcı bir yaşam tarzını öğütlemektedir. Gelgelelim, ayırt etmeksizin tüm insanların felsefe ile ilgilenmesi fikri, antik dönemde pek vurgusu yapılan bir görüş değildir. Pilaton'un düşlediği devlet yapısı içerisinde, filozoflar belli bir sınıfı oluşturuyordu. Filozof bir kıralın devletin başına geçmesi en iyi seçenekti. Felsefe ise, herkesin sahip olması gereken bir hak olarak tasavvur edilmiyordu. Aristoteles'te durum biraz daha farklıdır. Onun söyleminde, daha önce değindiğimiz üzere, herkesi felsefe etkinliğine çağıran bir yaklaşım vardır; ama bunun çok açık ifade edildiğini söyleyemeyiz. Aristoteles'in katı sınıfsal bakışı ve örneğin yabancıları “barbar” olarak tanımlaması, onunla ilgili bir fikir oluşturmamızı zorlaştırır. Aristoteles'in barbarlık tanımı, bir etnik veya ırkçı ayrımcılık taşımaz. Aksini ileri sürersek, ona haksızlık etmiş oluruz. Barbar olarak niteledikleri, Helen kültür ve değerlerinden yoksun olan halklardı. Bu görüş yalnızca Aristoteles'e özgü de değildir. Helenler arasında bu şekilde bir genel bakış açısı vardı. Onlara göre, bağımsız ve erdemli olmaya çalışmayan, ayrıca felsefe gibi insan ruhunun en üstün özelliklerinden biriyle uğraşmayan her topluluk ancak barbar olabilirdi. Aristoteles, kent sosyal yapısı içerisinde herkesin felsefe ile uğraşması gerektiğini dillendirmez. Onun bu konudaki düşüncesi, en azından uygulamada, yurttaş sınıfı ile sınırlı görünmektedir. Aristoteles, gerçekçi bir filozoftur. Felsefeyi her insanın yararına olan bir eylem olarak görüyor olsa bile, bu etkinlik için yaptığı çağrının, en çok “özgür yurttaşlar” arasında yankı bulacağını biliyordu. Dolayısı ile, daha evrensel bir söylemde bulunmayı gerekli görmemiş veya hiç düşünmemiş olabilir. Takip eden Helenistik dönemde ise, evrensellik ülküsü yaygınlık kazanmış ve felsefe yapmak ile ilgili olarak daha özgür söylemler ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, ünlü filozof Epikuros'un okuluna kadınların da dahil edilmesi (bir kabulden çok kural olarak), yeni bakış açısına örnek olarak gösterilebilir. Aleksandireyalı Filo (M.Ö. 20 – M.S. 50) ise, herkes filozof gibi yaşasa, şehirlerin mutluluk ile dolup taşıcağını ileri sürer.* Böylelikle felsefe, açık şekilde, her bireyin ilgilenmesi gereken bir uğraş olarak dile getirilir. Sutoğa felsefesinin hâkim olduğu bu dönemde, filozofça bir yaşam hâlâ değerli görülüp, sürdürülmekteydi.

Ne yazık ki felsefe ile her insanın ilgilenmesi gerektiğini söylemek, uygulamada işlerin bu yönde gelişeceği anlamına gelmiyor. Felsefe lehine sarf edilen sözler cılız bir etki yaratmıştır. Felsefe eskiden “erdem” için bir vasıta olarak görülürken, sonrasında, tam tezat şekilde, ahlak bozucu ve aykırı fikirlerin kaynağı olarak damgalandı. Yine de her dönem, onun değerini anlayabilme şansına sahip az da olsa insan yetişmiştir. Eğer bugün, uygarlık adına ileri geri konuşma lütfuna sahipsek, bu ayrıcalığı, içinde yaşadıkları koşullara inat, felsefe ile haşır neşir olmuş kişilere borçluyuz. Günümüz dünyasına, filozoflardan oluşan küçük topluluklar ve bazen de filozof kırallar (çok nadiren) sayesinde gelebildik. Bilimi, felsefeyi ve sanatı inşa ettiler. Uygar olarak nitelediğimiz ne var ise, altında onların imzası bulunur.

Bir yol ayrımında olduğumuzu ileri sürebiliriz. Soru şu: Sahip olduğumuz uygarlık birikimini sürdürmek mi yoksa geliştirmek mi istiyoruz? Sürdürmekten kasıt, mevcut evrensel birikimlerin korunup, geleceğe aktarılmasıdır. Geliştirmek dediğimizde ise, bugünün ötesine geçmek, elimizdekileri çoğaltmak anlaşılmalıdır. Bir şeyleri salt muhafaza etme çabası, bozmadan korumaya çalışmak, genelde onu kaybetmekle sonuçlanır. Bazı köpekbalığı türlerinin ileriye doğru yüzemediklerinde boğulmaları gibi, uygarlığın da sürekli kendini yenilemeye ve geliştirmeye muhtaç bir yanı vardır. Velhasıl, ortada insanlığın kaderini ilgilendiren bir seçim söz konusudur.

Yirmibirinci yüzyılı yaşarken, uygarlığı ileri götürmek adına ne yapılmalıdır? Bu kitapta, yüzeysel de olsa çizmeye çalıştığımız çerçeve, tarihsel deneyimlerin akıl süzgecinden geçirilmesine dayanmaktadır. Buradan yola çıkarak ifade etmek gerekir ise, uygarlık yolunda ilerlemeye devam etmek için, bugüne gelmemizi sağlayan yöntemleri aşmamız şarttır. Kaderimiz, filozof kıralların veya filozoflar zümresinin eline bırakılamaz. Bunların ötesine geçen bir yapıyı yaratmak zorundayız. Daha açık ifade ile, ana hedefimiz, “filozof bir toplum” olmaya çalışmaktır. Bunu yalnızca uygarlığı geliştirmek adına değil, aynı zamanda bireyin kendini gerçekleştirmesi için amaçlamalıyız.

Tarih boyunca, “filozof toplum” ülküsüne en çok yaklaşan, Helenler olmuştur. Bunun nedenlerine kabaca değindik. Kent devletinin küçük ölçekli yapısı içerisine, büyük bir uygarlık sığdırmayı başardılar. Daha sonraki deneyimler -özellikle Orta Doğu ve Avrupa'da- Helen kültürünün yarattığı artı değerler üzerine inşa edildi. Helenler bu eşsiz başarıyı, en kestirme şekilde belirtirsek, “filozof bir toplum” olmaya “yaklaştıkları” için elde ettiler. Oysa kentin tüm sakinlerinin filozoflardan oluşması, onlar için bile düşlemesi zor bir hedefti. Netice itibari ile, Helen kültürüne her zaman borçlu kalacağız; çünkü onlar başaramamış olsa da, bizim bugün bu ülküyü hayal etmemize olanak tanıdılar.

Uygarlığın gelişimi, aynı bir ağacın büyümesi gibi belli kurallara bağlıdır. Eğitim ve felsefe, uygarlık ağacını besleyip yeşertir. Bu nedenle, Helen mirası, dil ve din farkına rağmen başka toplulukların ilgisine mazhar olmuştur. İslam ve Hıristiyanlık gibi pagan geçmişi kendisine tehdit gören kültürler bile, belli bir dönem, felsefenin hakkını verme lüzumunu görmüşlerdir.

Dünyanın en hızlı hareket eden canlılarından biri olan Cicindela hudsoni, diğer adı ile Kaplan Böceği, insan toplumu olarak nereye doğru gittiğimizi bize anlatıyor aslında. Kaplan Böceği'nin en hızlı türlerinden biri saniyede 2.5 metre yol alabilir. Diğer taraftan, bu böceğin her organı aynı çabuklukta çalışmaz; çünkü ödenmesi gereken bir bedel vardır. Kaplan Böceği, yüksek hıza ulaştığında, görsel verileri işlemekte beyni yavaş kaldığı için geçici olarak kör olur.* O nedenle, avını yakalamadan önce bir süre durup algısının düzelmesini bekler. Bu müstesna böceğin doğası, çağdaş dünyanın bizi sürüklediği noktayı çok iyi tasvir etmektedir. Sosyal yaşamın, iletişim ve tüketim araçları ile sürekli hızlanıp karmaşıklaştığı bir ortamda, insan toplumları tamamen kör olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Kaplan Böceği'nin avını yakalamak için giderek hızlanması gibi, hayatı, sonunda büyük bir ödül varmışçasına sürekli daha fazla tüketerek yaşıyoruz. Düşünmek, bu tez canlı yaşam tarzı içerisinde son derece az yaptığımız bir eylem. Kaplan Böceği ise ödemesi gerektiği bedelin farkında; o yüzden, kısmi körlüğünü geçirmek için durup beklemeyi öğrenmiş. Bizim de aynısını yapıp, hayatın dayattığı hızdan kendimizi sakınmamız şart. Bunu başarmak için, felsefe yapmaya başlamaktan başka çaremiz yok. Aksi takdirde, neye çarptığımızı bile anlamadan sonumuzu getireceğiz.

Bu açıdan bakıldığında, felsefesiz geçen zaman bir kayıp olsa da, her gidişin bir dönüşü de bulunmakta. Bu yola kendini vakfetmiş birine, bir göz atalım Epikuros'un sözlerine:

İnsan ne gencim diye felsefeyle uğraşmayı geciktirmeli, ne de yaşlandım diye felsefeden usanmalı: Çünkü ruh sağlığı söz konusu olunca, hiçbir yaş ne fazla gençtir ne de fazla yaşlı. Felsefenin henüz zamanı değil ya da artık geçti demek, mutluluğun zamanı daha gelmedi ya da artık geçti demeye benzer.”**

Her insanın felsefe ile ilgilendiği bir toplum yapısı, pek çok açıdan olumlu sonuçlar doğuracaktır. Bu bir ütopya olarak değerlendirilebilir ki öyledir; ama asla ulaşılması imkânsız anlamında değildir. Şairin dediği gibi:

Hayallere sıkı tutunun çünkü hayaller ölürse, hayat kanadı kırık bir kuştur, uçamayan göklerde“**

Bir toplumun gelecekte neler yapabileceğini öngörmek için o toplumun geçmişte neler yaptığına bakmak yerine, şimdi neyi hayal ettiğini incelemek bize daha fazla şey anlatır. Dolayısı ile, yarın ne olacağımızı belirleyen unsur, şimdi neyi düşlediğimizin içinde saklıdır.


assos.city

Assos ve Felsefe 2020
Çerez ayarları
X
Bu site size daha iyi bir deneyim sunmak için çerezleri kullanır.
Hepsini kabul edebilir veya izin vermekten memnuniyet duyacağınız çerez türlerini seçebilirsiniz.
Gizlilik ayarları
Bu web sitesinde gezinirken hangi çerezlere izin vermek istediğinizi seçin. Lütfen bazı çerezlerin kapatılamayacağını unutmayın çünkü bunlar olmadan web sitesi çalışmayacaktır.
Gerekli
Spam'i önlemek için bu web sitesi iletişim formlarında Google Recaptcha'yı kullanıyor.

Bu site aynı zamanda web sitesinin düzgün çalışması için gerekli olan e-ticaret ve ödeme sistemlerine yönelik çerezler de kullanabilir.
Google Hizmetleri
Bu site, ziyaret ettiğiniz sayfalar ve IP adresiniz gibi verilere erişmek için Google'ın çerezlerini kullanır. Bu web sitesindeki Google hizmetleri şunları içerebilir:

- Google Haritalar
Veri odaklı
Bu site, aşağıdakiler de dahil olmak üzere ziyaretçi davranışını kaydetmek, reklam dönüşümlerini izlemek ve hedef kitleler oluşturmak için çerezleri kullanabilir:

-Google Analytics
- Google Ads dönüşüm izleme
- Facebook (Meta Piksel)